15 Temmuz gecesi bozulan ezber: Şartlar tamam olduğunda ihtilal meşru bir haktır
Beş yıldır gerek Suriye gerek Libya, Doğu Akdeniz ve Azerbaycan başta olmak üzere tüm coğrafyada Türkiye’nin yenilenen dış politikasının vardığı bağımsızlık seviyesi, askeri kapasitesinin gösterdiği artış ve bölgede oynadığı rolün artmasıyla yükselen nüfuzu, hepimize “15 Temmuz başarılı olsaydı bu beş yıl içinde içeride ve dışarıda neler olurdu, bugün Türkiye nasıl bir yerde olurdu?” sorularını sordurmalıdır. Başarısız darbe girişiminin dış uzantılarına verilen en güzel cevap, darbeden kırk gün sonra Türkiye’ye taziyeye gelen dönemin ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın uçağının tekeri Ankara’ya bastığı sabah Türkiye’nin Suriye’deki ilk kara harekatı olan Fırat Kalkanı Operasyonu’nu başlatmış olmasıdır.
İki yıl sonra 100. yılını kutlayacak olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin geçmişi, ne yazık ki, askeri müdahale, muhtıra ve darbe teşebbüsleri ile doludur. Hatta, modern dönemin darbeler tarihini Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş dönemindeki kanlı Bab-ı Ali Baskını’na kadar geri götürmek mümkündür.
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının ardından 1923’te kurulan Cumhuriyet’le birlikte 23 yıl boyunca tek parti rejimi ile yönetilen Türkiye, 1946’da yapılan baskın seçim ile ilk kez çok partili sisteme geçmiş ve 1950’de Demokrat Parti’nin (DP) Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı seçimleri ezici bir çoğunlukla kazanması ile yeni bir döneme başlamıştır. Muhtemelen, 1946 seçimlerinde “açık oy, kapalı sayım” gibi antidemokratik bir uygulama olmasa idi, DP iktidara daha erken gelebilirdi. Ya da 1945’te sona eren İkinci Dünya Savaşı farklı şekilde sonuçlanmasaydı, yeni küresel sistemin bir parçası olmak isteyen ve bu nedenle BM’ye katılabilmek için çok partili sisteme geçme sözü veren İsmet İnönü iktidarı, böyle bir vaatte bulunmayabilirdi. Bu nedenle, Türkiye’deki despotik yönetim süreçlerini, esasen sadece darbeler ve askeri müdahalelerle sınırlamamak gerekir.
Bununla beraber, Mareşal Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay Başkanlığı döneminde siyasete hiçbir şekilde karışmayan Türk Ordusu’nun, Fevzi Çakmak’ın 1944’te İsmet İnönü tarafından görevden alınması sonrasında, Türkiye’nin Batı ittifakının da bir parçası olması ile beraber, iç ve dış etkenlerin de oynadığı rol sonucunda Türk siyasetine müdahale etmeye başlaması, gelişmekte olan Türk demokrasisine büyük darbeler indirmiş, her seferinde Türkiye’nin sosyal, ekonomik ve pek çok yönden en az 10 yıl gerilemesine neden olmuş ve Türk siyaseti ve Türk halkı üzerinde baskısı yıllar sürecek bir askeri vesayetin doğmasına neden olmuştur.
Askeri darbe değildir
Türkiye Cumhuriyeti, 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980’de olmak üzere iki kanlı askeri müdahale; 12 Mart 1971 ve 28 Şubat 1997’de olmak üzere iki askeri muhtıra ile karşı karşıya kalmış; Talat Aydemir’in 1962 ve 1963’teki başarısız darbe kalkışmaları, 27 Nisan 2007’deki e-muhtıra gibi askeri müdahaleler ise sonuç vermese de Türkiye’nin utanç dolu darbeler tarihinde yerini almıştır. Beşinci yıl dönümüne girdiğimiz 15 Temmuz 2016 darbe kalkışması, tüm bunların sonucunda iki nedenle büyük önem taşımaktadır.
Birincisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin 12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2001 yılında iktidara gelen Ak Parti yönetimi boyunca askeri vesayete karşı verdiği mücadele neticesinde, 15 Temmuz kalkışması bir askeri darbe olarak gerçekleşmemiştir. Tam aksine, Türk ordusunun içerisine 1960’lı yıllardan itibaren sızmaya başlayan Fethullahçı Terör Örgütü’nün kalkışmasına, Türk askeri de direniş göstermiştir. Bunun en önemli örneği, 15 Temmuz gecesinin kahramanlarının başında gelen Ömer Halisdemir’dir. Kendisine Özel Kuvvetler Komutanı Zekai Aksakallı tarafından darbeci Tuğgeneral Semih Terzi’yi “vur” emri verilen, astsubay Ömer Halisdemir, bir saniye bile tereddüt etmeden bu emri yerine getirmek için harekete geçmiş, Terzi’yi vurduğunda kendisinin de şehit düşeceğinin bilincinde olarak Türk demokrasisini korumak için canını feda etmiştir. Nitekim Özel Kuvvetler Komutanlığını ele geçirmeye çalışan Semih Terzi’yi göğsünden vurarak durdurmuş ve darbe yanlısı diğer hainler tarafından şehit edilmiştir.
15 Temmuz darbe girişiminin büyük önem taşıyan bir diğer boyutu ise, kalkışmanın büyük bir halk direnişi ile engellenmiş olmasıdır. Binlerce fotoğrafın, videonun, sosyal medya paylaşımının “Bir Milletin Şaha Kalkışını” tarihe geçirdiği 15 Temmuz gecesi şehit olan 251 vatandaşımızın 181’i sivildir; o gece yaralanan binlerce gazimizin büyük çoğunluğu yine sivillerden oluşmaktadır. Bu açıdan, 2016 yazındaki FETÖ’cü darbe kalkışmasının başarısız olmasını, antidemokratik kalkışmalara “Yeter!” diyen silahsız bir halkın çıplak elleriyle verdiği mücadelenin sonucu olarak görmemiz gerekir. Yıllar boyu vesayetçi zihniyet tarafından aşağılanan, hor görülen, oy verme hakkına dahi saygı gösterilmeyen Türk insanı, esasen demokratik kültürü nasıl benimsediğini, antidemokratik müdahale ve baskılardan ne kadar bıktığını ve bir daha geçmişteki utanç verici kanlı girişimlerin bir benzerine daha fazla sessiz kalamayacağını göstermesi bakımından dünyaya da büyük bir örnek olmuştur.
Öte yandan, dünya tarihinde millet iradesini temsil eden parlamentonun bombalanması pek de görülmüş bir şey değildir. İRA’nın 1974’te İngiliz Parlamento binasını bombalaması ve 2007’de bir intihar bombacısının Irak Parlamento Binası’nda kendini patlatması iki terör eylemi olarak örneklenebilirken, 1993’te Moskova’da parlamento binasına yapılan saldırı, rejim kavgasının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. 15 Temmuz 2016’da Türkiye’deki darbe kalkışması sırasında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bombalanması, bu bakımdan, hem millet iradesine ve demokrasiye saldırı hem terör eylemi hem de Cumhuriyet rejimine saldırı olarak nitelenmelidir. Türkiye ve dünyanın darbeler geçmişinde, halka sempatik görünmek isteyen darbeciler, her zaman yönetimdeki siyasi parti ve partileri ve de siyasetçileri hedef almış ancak parlamento binasına saldırının kendi stratejileri için bir hata olacağının bilincinde olmuşlardır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı planladıkları şekilde öldüremeyen, darbe girişimini Ankara’daki güvenlik birimlerinin bir kalkışma olacağını fark etmesi neticesinde hesapladıkları saatten önce başlatmak zorunda kalan, Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ı boğazını kemerle sıksalar dahi kendilerine katılmaya ikna edemeyerek kalkışmayı “emir-komuta zinciri” içerisinde bir darbeye dönüştüremeyen FETÖ mensupları, silahsız Türk halkına ateş etmekten çekinmedikleri gibi parlamento binasını bombalayarak Türk milletini temsil eden siyasi iradeyi de tehdit etmekten geri durmadı.
Darbelerin hazırlık süreci
Geçmişteki İttihatçı ve Kemalist darbe girişimlerinden de Fetullah Gülen liderliğinde gerçekleşmesi nedeniyle ayrışan 15 Temmuz kalkışması, örgütün yurt dışı bağlantılarının fazlasıyla açık ve Türk halkının geçmişteki darbelerin dış bağlantılarına yeterince aşina olması yüzünden de farklı bir kategoride değerlendirilmelidir. Bilindiği gibi, darbeler bir günde gerçekleşmez; hepsinin bir geçmişi, bir hazırlanış süreci vardır. Daha doğrusu, İsmet İnönü’nün 1960 darbesinden önce sarf ettiği o meşhur sözünde “Şartlar tamam olduğunda ihtilal meşru bir haktır,” diyerek talihsiz biçimde dile getirdiği gibi, her darbe girişiminde halkın müdahaleye hazırlanması için gereken bir süreç, bıktırıcı ve usandırıcı bir kaos, sosyal, ekonomik ve siyasi bir buhran, toplumsal psikolojiyi travmatize ederek darbeyi bir “tedavi”, adeta cerrahi bir müdahale gibi gösterecek bir olaylar silsilesi gerekir. Darbeye zemin hazırlayacak bu süreç tamamlandığında “şartlar tamam olur” ve kalkışma, darbecilerin başarılı olmaları durumunda müdahaleyi meşrulaştıracak noktaya ulaşır.
Kemalist askeri vesayetin 27 Nisan e-muhtırası gibi kalkışmalarına karşı dik durmuş, kapatma davası gibi girişimlerinden kurtulmuş Ak Parti yönetiminin Cumhurbaşkanı Erdoğan liderliğindeki, bağımsız ve Türkiye’nin çıkarlarını önceleyen dış politikası, bu nedenle darbe girişiminin ve darbe girişimine zemin hazırlamak için oynanan oyunların en başta gelen nedenidir. Takvimin yapraklarını geri çevirirsek ve 15 Temmuz 2016’dan dört yıl öncesine gidersek, 7 Şubat 2012 MİT krizi sürecinde MİT Başkanı Hakan Fidan’ın hedef alınmasıyla başlayan siyasi krizin Suriye İç Savaşı’nın dönüm noktalarından birine denk geldiğini görebiliriz. Şubat 2012’de Türkiye o dönem için çok büyük bir iç siyasi çalkantı olan MİT krizine yoğunlaşmışken, Suriye’de Birinci Kuseyr Muharebesi olmuş ve 2011 yılının başından beri Esad rejimi ile mücadele eden muhalifler Kuseyr’in yarısını kaybetmişti. Coğrafi konumu nedeniyle “Kuseyr’i kontrol eden Suriye’yi kontrol eder,” denilen Humuş kentinin bu önemli kasabasının tamamen Suriye rejiminin eline geçmesi ise, ne ilginçtir ki, 2013’ün Mayıs ayı sonunda başlayıp Türkiye’yi uzun süre çalkalayan Gezi olayları sırasında gerçekleşmiştir.
Travma üzerine travma
Kısa bir süre sonra Türkiye’yi tekrar esir alan bir başka kriz MİT tırları krizi ise, başta FETÖ olmak üzere iç ve dış destekçileriyle beraber “Türkiye DAEŞ’e silah gönderiyor,” yalanı ile ülke içinde büyük bir karmaşaya sebep olmuş; ancak öte yandan, Türkiye’nin desteklediği Suriyeli muhaliflerin DAEŞ’le savaşırken Türkiye sınırındaki önemli bölgeleri kaybetmesine de yol açmıştır. Yani aslında, Ocak 2014’teki FETÖ’nün MİT tırları operasyonları ve yalan haberler silsilesi sonucu, sonrasında PKK’nın alabilmesi için Türkiye sınırındaki Cerablus, Çobanbey gibi bölgelerin DAEŞ’in eline geçmesine izin verilmesine yardımcı olmuştur. Yine tam da o günlerde Afrin, Cizire ve Kobani’de PKK’nın Suriye kolu olan PYD tarafından kantonların kurulduğu ilan edilmiş ve “Rojava” diye niteledikleri PKK koridorunun ilk adımı atılmıştı. Türkiye 17-25 Aralık 2013’ten Mart 2014’te gerçekleşen yerel seçimlere kadar tapeler, dinlemeler ve yolsuzluk iddiaları ile dolu bir yargı darbesi girişiminin sonuçları ile uğraşırken PKK Suriye’nin bir bölgesine, DAEŞ ise önemli bir başka bölgesine yerleşmiş, Esad rejimi muhalifler kaybetsin diye buna göz yummuş ve bugüne kadar hala bu iki örgütle de savaşmamıştır.
7 Haziran 2015 seçimlerinde sandıktan tek partinin yeter sayıda oy ile çıkamaması sonucu başlayan “koalisyon” tartışmaları sürecinde, PKK/PYD kritik Tel Abyad şehrini DAEŞ’e karşı tek kurşun sıkmadan ele geçirmiş ve iki kantonu birbirine bağlayarak koridor oluşturma planında en kritik adımlardan birini atmıştır. İşte bundan kısa süre sonra, Temmuz 2015’te PKK’nın ateşkesi bozması ve Suriye’deki iç savaşı Türkiye’ye taşımaya kalkışması ile hem DEAŞ’ın hem PKK/PYD’nin terör saldırıları ile Türkiye travma üzerine travma yaşamaya başlamış, her terör saldırısı, her patlama, her şehit ve yaralı yeni yeni yaralar açmıştır. Kobani olayları ile başlayan HDP’nin “iç savaş” söylemleri artmış PKK/PYD’nin ABD’den aldığı tırlar dolusu silah ile bölgede haritaların değişeceği ve Türkiye’nin buna karşı yapacağı hiçbir şeyin kalmayacağı siyasi bir felç etme süreci derinleşmiştir. Türkiye’nin kendi güvenliği için Suriye’ye müdahale etmesi gerek Rus uçağının düşürülmesi gerek ABD yönetiminin baskıları ile engellenmeye çalışılmış ve en nihayetinde, Türkiye’de devletin kılcal damarlarına yerleşerek bir “yerleşik düzen”, bir “müesses nizam”, daha da ötesi yeni bir “vesayet” kurmaya çalışan FETÖ, 15 Temmuz’da darbe kalkışmasında bulunmuştur. Başarısız darbe girişiminin dış uzantılarına verilen en güzel cevap, darbeden kırk gün sonra Türkiye’ye taziyeye gelen dönemin ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın uçağının tekeri Ankara’ya bastığı sabah Türkiye’nin Suriye’deki ilk kara harekatı olan Fırat Kalkanı Operasyonu’nu başlatmış olmasıdır.
Ya başarılı olsaydı…
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, 15 Temmuz 2016 kalkışması, Türkiye’nin bağımsızlığına bir müdahale, aynı zamanda bir “işgal” girişimi, bir terör eylemi ve Türkiye Cumhuriyeti rejimine doğrudan bir saldırı olarak topyekûn değerlendirilmeli; beş yıldır gerek Suriye gerek Libya, Doğu Akdeniz ve Azerbaycan başta olmak üzere tüm coğrafyada Türkiye’nin yenilenen dış politikasının vardığı bağımsızlık seviyesi, askeri kapasitesinin gösterdiği artış ve bölgede oynadığı rolün artmasıyla yükselen nüfuzu, hepimize “15 Temmuz başarılı olsaydı bu beş yıl içinde içeride ve de dışarıda neler olurdu, bugün Türkiye nasıl bir yerde olurdu?” sorularını sordurmalıdır.