6 Şubat… Ölüm-Hayat!
“Ölüm başımıza gelen en büyük felakettir.”
Aslında biz öyle sanırız.
Oysa başımıza gelen şeylerin en ağırı, iyi ya da kötü etiketini yapıştırmadıklarımızdır.
BİZE GÖRE;
Birine âşık olmak iyidir. İyinin de ötesinde muhteşemdir. İstediğin arabayı almak iyidir. Daha büyük, deniz kenarında bir ev de iyidir.
Ölüm ise kötüdür. Ayrılık kötüdür. Bir dostu yitirmek çok kötüdür. Anneni ve babanı, çocuklarını, eşini yitirmek çok daha kötüdür.
Peki, başa gelen olayın sonucunda kendini yitirmek nasıl bir durumdur? Başımıza gelen bazı hadiseler bizde büyük izler bırakır. Bunların üstesinden gelmenin tek yolu zamana sığınmaktır. Başımıza gelen bazı hadiseler ise bizdeki büyük izleri siler. O günlerde zaman artık senin ilacın değildir. Zamanın tek yaptığı, gün geçtikçe o olayda silinenin izler değil, SANA SEN OLDUĞUNU anlatmaktır.
Bu en zorudur. Bu en ağırıdır.
İnandıkların, hissettiklerin, düşündüklerin, hatırladıkların ve unuttukların… Bunları silecek kudretteki yaşanmışlıklar, gerçekte seni de silmişlerdir.
İşte bu yüzden ardından en çok ağlayacağımız ölüm, bizi biz yapan şeylerin ölümüdür.
Bir kalecinin elleri koptuğunda, kopup giden iki el değil tüm bir yaşamdır. Bir şarkıcının ses telleri işlemez hale geldiğinde, kaybedilen bir gırtlak değil tüm bir kimliktir.
Yaşadığın bir olay, eski “sen”i SEN yapan şeyleri elinden aldıysa, O gün gerçekten ağır bir gündür. İşte o gün sen ölümü yaşamışsındır. Ama aynı zamanda o gün senin doğum günündür. Dünyaya yeniden gelmişsindir. Avazın çıktığı kadar ağlamak istersin. Lâkin annen veya baban, yanı başında seni pışpışlamak üzere hazır beklememektedir artık.
Yani hülasa, başımıza gelen olayların en ağırı aslında bizi biz olmaktan çıkarandır. Ölümü kutsayıp hayata direnmektir. Ya da tam tersi, yaşamı kutsayıp ölüme direnmektir. Evet, insan ister istemez ölüme direnir. Ölüm anında bile. Geri dönmek ister. Son derece insani bir reflekstir bu ve kişinin içinde olduğu yaşama alışmış olmanın verdiği bir dürtüdür. İnsan ölümden korkar. Çünkü insan, mevcudu muhafaza etme eğilimindedir. Oysa ölüm ve hayat birbirini tamamlar ya da ayrılmaz bir ikilidir. Gözyaşı varsa kahkaha, günah varsa sevap da vardır. Sağlıklı olmak kadar hastalık olduğu, mutluluk kadar mutsuzluk olduğu gibi.
Başımıza gelenler, nerede ve kimlerle değil, nasıl yaşadığımızla ilgili.
Evet, bir yıl önce yaşadığımız bu korkunç felaket, kim olduğumuza dair inancımızı kökünden sarstı, hayata dair bildiklerimizin yanlış olduğunu bize ispat etti.
Çok ağır bedeller ödendi. Hayatla, acıyla, yıkımla, kayıpla, yok oluşla, çaresizlikle sınandık.
Küçük bir kıyametti sanki bu.
Kıyametin ne olduğunu bilmediğimizden mi böyle tanımlıyorduk acaba?
Peki, BİR DAHA ASLA diyebileceğimiz noktaya evrildik mi?
Anladık mı işin sırrını?
NEDEN BİZ diye sorabiliyor muyuz?
Semalarımızda sesler yükseliyor rabarba gibi birbirine karışarak.
Benim dairem büyük ben iki daire istiyorum.
Benim dairem küçük diye eziliyorum.
Ben karşıyım böyle kalsın.
İyi de felaket kapıda diyorlar daha ne kadar bekleyeceğiz? Üstelik dere yatağı burası.
Aman ne olacak ki korkutup duruyorlar işte…
Başkan burası ilerde değerlenecek imara açalım mı?
Yaa mühendis bey elini çabuk tut öyle kılı kırk yarıp masrafa sokma bizi.
(…)
Aman ne olacak ki korkutup duruyorlar işte…
Sanki o ilk ciyaklamamızdan bu yana bize sunulan “hediye” geri alınmayacak gibi.
Oysa hayat, sevdiklerimize bıraktığımızdır aslında.
O “hediye”yi sapasağlam çocuğuna ya da senden sonrakilere teslim etmektir.
Şarkıdaki gibi;
Biz dünyayı çok sevdik
Ölüm bizden ırak olsun…
Diye terennüm ederiz etmesine de dedik ya, ölüm hayata kardeştir ve kaçınılmazdır.
Mühim olan, o aradaki zamanı nasıl geçirdiğinle ilgilidir.
Not: Yazıda Burak Özdemir’in Tanrı’nın Doğum Günü adlı eserinden alıntılar mevcuttur.