Nükleerden korkanlar tamamen haksız mı?
Ya da şöyle soralım: 60 yıl neden geç kaldık?
1957-2011 arasındaki nükleer enerji tesisi “kazaları” 640 kişinin ya hemen ya da 20 yıl içinde ölümüne sebep olmuş. Askeri tesislerdeki radyasyon sızıntıları ve benzeri felaketlerin sonuçlarıysa, devletler açıklama yapmadıkları için, tam olarak bilinmiyor.
Hatırlayacağınız son nükleer “afet”, muhtemelen 11 Mart 2011’de, dev tsunami dalgalarının parçaladığı Japonya’daki Fukushima nükleer tesisi olsa gerek (bir ölü). Aynı yıl, 12 Eylül’de Fransa’nın Marcoule kentindeki tesiste, atık metallerin eritildiği fırındaki patlamada da bir kişinin öldüğü kaydediliyor.
Bu ölümleri ve yaralanmaları hafife aldığımı sanmazsanız, diyeceğim ki bir de aynı dönemde, barajlarda ve kömür-petrol yakarak elektrik üretilen tesislerdeki ölümlere bakalım. İsterseniz bakmayalım, çünkü bu rakam birkaç bini geçiyor. Ama ben dahil, biz, hepimiz “Nükleer kelimesi aklınıza ne getiriyor?” sorusuna “felaket” veya “kaza” diye karşılık veriyoruz. Neden? Çünkü insanlık olarak nükleer enerjiyle barışçı bir biçimde değil, 226 bin kişinin öldürüldüğü Amerikan atom bombalarıyla tanıştık. ABD, 2. Dünya Savaşı’nda müttefiki Almanya’nın teslim olmasına rağmen, savaşı sürdüren Japonya’yı “barışa ikna etmek için” bu ülkenin iki kentine, üstelik emekli kenti olarak bilinen Hiroşima ve Nagazaki’ye iki nükleer bomba atmıştı. ABD’nin savaşla ilgisi olmayan, masum, silahsız insanları bile-isteye imha etmesidir ki, insanlığın kolektif belleğine nükleer enerjiyle ölümü birlikte kazıdı.
Nükleer enerji tamamen tehlikesiz demek istemiyorum. Ama zihnimizde bu nükleer eşittir patlama denklemi o kadar yer etti ki, bugün depremleri bile “şu kadar yüz atom bombası şiddetinde” diye ölçüyoruz.
Oysa nükleer enerji kömüre, petrole göre doğa dostu ve daha güvenli. Bu kanıda değilseniz, muhtemelen şu anda aklınıza itiraz ifadesi olarak Çernobil gelmiş olmalı. Adeta titreyerek hatırladığımız Çernobil faciasında toplam 28 kişi hayatını kaybetmişti. Bir barajda elektrik üreten tesislerimizde her yıl ortalama 900 kişi boğuluyor, ama hiç kimse “HES’leri kapatalım!” demiyor.
Evet Akkuyu’nun bir ölüm kuyusu olmasını istemeyiz. Dileriz olmayacak da. 11 ilimizi yerle bir eden, Antakya’yı adeta haritadan silen 500 atom bombası şiddetindeki deprem, Mersin’in Gülnar ilçesinde 4 şiddetinde hissedilmesine rağmen, Akkuyu’da tabir yerinde ise yaprak kıpırdamadı. Uluslararası bağımsız inşaat mühendislerine göre Akkuyu, 10 şiddetindeki bir depreme dayanabilir.
Çernobil’den bu yana, Uluslararası Atom Enerjisi Dairesi ile tesisi yapan Rus firması, dahili kazalara karşı önlemlerin çok daha arttırıldığını söylüyor. Fakat yine de insanoğlunun elinin girdiği her şeyde tedbirsizlik olabilir. Dikkat, şart.
Akkuyu’nun önemini belirtmek için elektrik üretim rakamlarını, karbon dioksit salınımlarının ne kadar azalacağını ne kadar paramızın cebimizde kalacağını, kaç gencimizin nükleer mühendisliği öğrendiğini, öğreneceğini belirtmek istemiyorum. Bunları adeta ezberledik.
Sadece yukarıda sorduğum ikinci soruya, 60 yıl neden geç kaldığımıza bir cevap vermek isterim: Bizi birileri korkuttuğu için geç kaldık; birileri bizim tam bağımsızlığın temel taşlarından birisi olan “enerji bağımsızlığına” erişmemizi engellemek istediği için geç kaldık.
Putin’in dediği gibi Erdoğan olmasaydı biz hala korku ile etrafımıza bakıyor olacaktık.