Müstemleke ruhu
İmparatorluklar, bir başka ülkenin topraklarını işgal ettikleri zaman orada yaşayan halklara mümkün mertebe iyi davranırlar, onları adaletle yönetmeye çalışırlardı. Böylece işgal ettikleri topraklarda bir düzen kurarak orayı imparatorluk içinde bir gelir kapısına çevirirlerdi.
Diğer imparatorlukların hilafına Cengizhan İmparatorluğu, işgale direnen ülkeleri yakıp yıkarak, bu ülkelerin insanlarını katlederek imparatorluklar tarihinde bir farklılık ortaya koymuştur ki dünya durdukça Cengizhan’ın bu farklılığı anlatılmaya devam edilecektir.
Batı sömürgeciliğinin ortaya çıkmasıyla arkasına modern bilimi, teknik ve askeri üstünlüğü alan Batı sömürge imparatorlukları ulus-devlet formasyonuyla yepyeni bir model ortaya koydu. Modern öncesi imparatorluklar, bir ülkenin toprağına girdikleri zaman o ülke insanlarının dinlerine, kimliklerine, kültürlerine müdahalede bulunmazlardı.
Batı emperyalizmi ise kendisini sadece toprak işgalleriyle sınırlı tutmamış, aynı zamanda işgal ettiği ülkelerin zihinlerini ve kimliklerini de sömürgeleştirmeye girişmişti.
Batı medeniyeti, engizisyona karşı giriştiği mücadelede dine karşı bilimin üstünlüğünü ortaya koyduktan sonra küresel ölçekte bir iddiada bulundu: “Yeryüzünde ne kadar tarih, ne kadar kültür, ne kadar din varsa hepsi gericilikten ibarettir; kâinatın tek gerçekliği modern bilimdir.”
Elbette burada Batı sömürgeciliğinin Afrika’da, Asya’da ve Osmanlı İmparatorluk topraklarında gerçekleştirdikleri faaliyetlerden teker teker teker bahsetmeyeceğiz. Bunun yerine İsrail’in Filistin halkına karşı yarım yüzyıldır sürdürdüğü işgale ve soykırıma işaret etmek yeterli olacaktır.
Batı sömürge imparatorluğu Afrika’da, Asya’da ve Latin Amerika’da daha çok doğrudan işgal yöntemini benimsedi. Uzun süren işgal yönetimlerinden sonra işgal edilen ülkeler bağımsızlık mücadelelerine girişti. Bu ülkelerin birçoğu, bağımsızlıklarını kazanmalarına rağmen sömürge kültürünün etkisi altında kalmaya devam etti.
Her ne kadar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı sömürgeciliğinin liderliğine Amerika Birleşik Devletleri geçmiş olsa da hâlen eski Yunan ve Roma’da doğan “biz ve ötekiler” ayrımı geçerliliğini korumaya devam ediyor.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Anadolu toprakları da işgale uğramıştı. Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar ve Yunanlar topraklarımıza postal çıkarmışlardı. Kurtuluş Savaşı sonucunda ülkemizi terk edip gitmek zorunda kaldılar.
Fakat sömürgeci güçler, Türkiye’nin bir imparatorluk bakiyesi ülke olarak sahip olduğu potansiyeli çok iyi bildikleri için kanaatim o ki Türkiye’nin geleceğini karartmak ve ellerinde tutmak için Türk aydınlarının zihniyetini işgal işine çoktan girişmişlerdi.
Bu kültürel emperyalizm sürecinde Batı kültürünün empoze edilmesi için eğitim sistemi hedef alındı. İki yüzyıl önce Anadolu topraklarında kurulan onlarca yabancı kolej müstemleke bir aydın sınıfın yetiştirilmesi görevini üstlendi. Osmanlı Devleti’nin geleceğinin Batı tarzı devletleşme ile birlikte düşünülmesi Tanzimat Fermanı’na kadar götürülebilir.
Sonuçta Türkiye’de öyle bir aydın yönetici sınıfı ortaya çıktı ki bunlar, Batılı değerlere fanatik bir şekilde sarıldılar. Batı içinde liberalleşme, demokratikleşme ve hatta post-modernizm tartışmaları yürütülürken Türkiye’deki aydın sınıf kendi tahayyülündeki geleneksel pozitivist Batıya bağımlı olmaya devam etti.
Kültürel emperyalizmin en önemli özelliği şudur: Normalde bir ülkeyi işgal ettiğiniz zaman orayı elde tutmak için askeri ve ekonomik önlemler almanız gerekir; fakat bir müstemleke sınıfı yetiştirdiğiniz zaman artık kendinizin sömürgenizde bulunmasına gerek yoktur. Sizin nöbete koyduğunuz insanlar bu işi sizin adınıza devam ettirecektir.
Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu günden beri büyük devlet olma misyonundan, bu amaçla kendi topraklarını muhafaza etme ve ekonomisini ve nüfusunu genişletme idealinden hiç vazgeçmedi.
Nitekim bazen yöneticiler içinde bulundukları durumun farkında olmasalar da bir milletin kaderi, o yöneticileri geleceğe ve büyümeye çağırır.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne baktığımız zaman “Türkiye Yüzyılı” iddiasını ortaya koymuş, dünyanın büyük devletleriyle göz hizasında konuşan ve hiçbir devleti kendisinden üstün görmeyen bir ülke görüyoruz.
Bir tarafta Ukrayna-Rusya Savaşı’nda, diğer tarafta Libya sorununda, Kafkasya’da, Azerbaycan-Ermenistan Savaşı’nda ve bugün Filistin-İsrail Savaşı’nda Türkiye kilit roller oynayan bir devlet pozisyonundadır.
Muhtemeldir ki ABD, İngiltere, Almanya veya Fransa 21. Yüzyılda böyle güçlü bir Türkiye ile karşılaşacaklarını hayal etmiyordu.
Ülkemizde Başkanlık Sistemi için referandum yapılırken elbette ki muhalefetin bu sistem hakkında eleştirileri vardı. Fakat ne gariptir ki Almanya’da Recep Tayyip Erdoğan’a ve sistem değişikliğine yönelik muhalefet, Türkiye’de yürütülen muhalefetten çok daha fanatikti. Elbette sömürgeci güçler, Türkiye’de kurmuş oldukları 200 yıllık vesayet hattının damarlarının kesilmesini istemiyorlardı.
Bugün gelinen noktada Türkiye’de artık iki sınıf ortaya çıkmıştır: Biri, kendi tarihine, dinine, kültürüne, milletine güvenen bir sınıf; diğeri, Batının kolejlerinde okumuş, Türkiye’den çok Batıya inanan ve onlar adına konuşup yaşayan bir sınıf.
Bu sınıf, Türkiye’nin uluslararası mücadelelere giriştiği en kritik dönemlerde rejime sahip çıkmak, laikliğe sahip çıkmak gibi söylemlerle Türkiye’nin karşısına çıkmıştır.
İşin en ilginç tarafı da bir önceki seçimde Cumhuriyet Halk Partisi’nin Saadet Partisi’nden, marjinal sol partilerden ve Kürt milliyetçisi Halkın Demokrasi Partisi’nden destek alabilmek adına Atatürk’ü rafa kaldırması oldu.
Buna mukabil AK Parti, Türkiye’nin 100. yılı manifestosunu ilan ederken Recep Tayyip Erdoğan ile Mustafa Kemal Atatürk’ün resimlerini yan yana koydu. Yine “Türkiye Yüzyılı” törenlerinde külliyede devasa bir Atatürk posteri asarak bir yönüyle Osmanlı Devleti ile Cumhuriyeti birleştiren bir kimlik ortaya koydu.
Hâl böyleyken Türkiye’de Atatürk düşmanı bulamayan ve Türkiye üzerinde klasik anlamda vesayet politikası üretemeyen kimseler, Suudi Arabistan’dan Atatürk düşmanlığı devşirmeye çalıştı.
Elbette Batı İmparatorluğu’nun 200 yıldır ektiği tohumları, yetiştirdiği insanları, oluşturduğu motivasyonu birkaç on yılda ortadan kaldıramayacağımızı biliyoruz. Burada millî bir tarih bilinci, millî bir kültür bilinci ve büyük bir devlet misyonu ortaya çıkıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğinde ortaya koyulan bu bilincin ve vizyonun kültür ve eğitim kurumları tarafından desteklenmesi gerekiyor.
Biliyoruz ki her ağaç kendi kökü üzerinde yükselir ki bu sömürgeciler, diğer milletler için hiçbir zaman hayır rüya görmediler.