Ilımlı İslam, reformist İslam, başka İslam, yeni İslam; yeni din!
Baba Ridolfo Akuaviva’nın Büyük Moğol Yanındaki Görevi” adında yazdığı kitabında Cizvit Papazı Bartoli’nin öve öve bitiremediği Ekber Şah diye biri vardır. Hıristiyanlar’ın ve Yahudiler’in deli gibi sevdiği bu Ekber Şah’ın kurmaya çalıştığı yeni din, güya bütün dinlerin toplamı olan ılımlı, uyumlu, çağın sorunlarına cevap veren, modern bir İslam olacaktı. Olmadı, tutmadı, doğar doğmaz söndü, öldü gitti. Bu durumu Ekber Şah’ın ya da onu destekleyen papazların başarısızlığı olarak okursak hata ederiz. Bunu, o zamanda Ekber Şah’a karşı mücadele eden İslam âlimlerinin başarısı olarak okursak da yine hata ederiz. Bu adamların yenilerek silinip gitmesi, Allah Azze ve Celle’nin dinin sahibi olmasındandır. Dinin sahibi Allah’tır, ilmin de sahibi Allah’tır…
Kendinde bir güç, bir kudret vehmeden aciz insan, Allah’ın dinini alıp savurmaya pek heveslidir zira. İslam tarihi, (haşa) “Artık İslam yetersiz, İslam’ı yeniden yorumlayalım, İslam’ı yeniden yazalım, İslam’ı çağın sorunlarına cevap verecek şekilde yenileyelim” diyen böyle adamalarla doludur. Kimler, kimler gelip geçmiş böyle; şimdi de var.
Gel kardeşim buraya, gel sayın hocam, gel sayın profesörüm, sayın yazarım, sayın vakıf başkanım her neysen artık gel buraya; sana basit bir sorum var: Sen nasıl bir dert, nasıl bir soruyla karşılaştın ki İslam’da bunun cevabını bulamadın? “Bu çağın derdi” dediğin ve Kur’an’da olmayan, hadislerde olmayan ne varmış? Hiç! Boş laf…
Peki derdi ne bu ılımlı İslamcılar’ın, diyalogcuların, modernistlerin, tarihselcilerin; hülasa, “Hadi bakalım oturalım baştan yeni bir din yazalım, biz de âlimiz canım” diyenlerin?
Kadim bir hastalıkları var. Dinin sahibinin, ilmin sahibinin Allah olduğunu ağızlarındaki dille söylüyorlar ama hal diliyle bir türlü yaşamıyorlar. Zannediyorlar ki, “Ne var canım, Ebu Hanife de benim gibi insan” dedikleri İmam-ı A’zam, kendi kanaatini söyledi. Bunlar da diyorlar ki: “O zaman biz de kendi kanaatlerimizi söyleyelim.” Şeytan bu adamların kalbinde bir kazan kaynatıyor, kendilerini değersiz hissediyorlar, kıymetsiz hissediyorlar, Razi’den ezber ettiği tefsiri tekrar edince “Ben niye bir Razi değilim” diye girdaba kapılıyorlar. “Biz de bir şey söyleyelim, biz de bir şey ekleyelim; yoksa değersiz ve kıymetiz olarak ölüp gideceğiz” diye telaş yapıyorlar. İznik konsülünde hata üzerine yapan ön dönem Hıristiyanlar’ın düşüp çırpındıkları tuzakta olduğu gibi, hidayeti de kendi kuru sözlerinin neticesi zannediyorlar.
Nakletmeyi, izah etmeyi değersiz bir şey zannediyorlar. Kendilerini o kadar önemsiyorlar ki, akıllarına göre “Çağın sorunları” dedikleri, “dönem” dedikleri kendi iktidar alanlarını kuruyorlar aslında. Hani İslam bütün zamanların bütün mekânların hakikatiydi? Bak sen “çağ” dedin, “dönem” dedin; gitti “Bütün zamanlar, bütün mekânlar” ne olacak şimdi? Dönem, çağ, jenerasyon denilen materyalist dayatmayı ciddiye alanlar (ki bu aslında insanın kendi nefsini dünyanın merkezine koyma numarasıdır) şu hakikati de ıskalayarak bir çelişkiye düşerler.
Hakikat; doğru-yanlış, helal-haram, iyi-kötü, güzel-çirkin çağa göre değişiyorsa eğer o halde; sen “Bu çağın hakikati” diye yazdığın kitabı daha bitiremeden çağ yine değişmiş olacak. Sen kitap yazarken de değişiyor hayat. Her şey ve sen, o bitirmeden daha eski ve geçersiz oluyorsun artık. İmam-ı Azam bile kalıcı değilse, sen niye kalıcı oluyorsun? Hadi çık bakalım işin içinden…
Dinin sahibi Allah’tır. İlmin de sahibi Allah’tır. İslam, din-i mübin yani apaçıktır ve kıyamete kadar bütün mekânların ve bütün zamanları değişmez hakikatidir. Sen âlimsin, yani bu hakikati kendi zamanına naklet, korkma değersiz olmazsın. Asıl “üretmeye” kalkarsan işte değersiz olursun ve tarihe, gelecek nesillerin ibret aldığı Ekber Şah gibi zelillerden yazılırsın. Gırtlağına kadar zina, kumar, içki, faiz, bencillik, yalan batağında yaşayanların çok sevdiği hoca olmak, Allah rızasını az bir bedele satmaktır.
“Bana dini bunun gibi anlatsanız sorun yok, bak bu adam, ne güzel anlatıyor” diyen münafıklar, fasıklar ve gafiller tarafından övülüp, günübirlik alkış şehvetinin peşine düşenlerin sonunun ne olduğu belli… Onlar sizi sevmiyorsa sevmesin, söyleyecekleriniz hakikat olduktan sonra, sözleriniz şahsi kanaatiniz değil de Allah’ın emri olduktan sonra başkası sizi sevse ne olur sevmese ne olur?.. Hikmetin yerine felsefe, amelin yerine Antik Yunan’da bir taşın üzerinde dedikodu yapan adamların lakırdılarını koyarsanız, hüsnü zan etsek bile yaptığınız gâvurun gözüne girme gafleti olur en fazla. “Vahamet nedir” diye sorsalar; mukabili olarak şu savrulmaları örnek göstereceğiz işte…