Teyakkuz ve kurumsallık
Hareket halinde bir millet olduğumuz için tarih boyunca gerek Selçuklu Devleti’nin gerekse Osmanlı Devleti’nin içine dışarıdan el girme ihtimali hep yüksek olmuştur.
Tarihte kurulan devletlere baktığımız zaman, Çin gibi İran gibi devletler binlerce yıl aynı topraklarda varlıklarını devam ettirmişler. Türklerin kurduğu devletler daha çok doğudan batıya sürekli hareket halinde, sürekli genişleyen, sürekli farklı topraklarda farklı coğrafyalarda hüküm süren devletler olmuşlar.
Bugün Osmanlı tarihi üzerine bir değerlendirme yapacak olursak, baktığınız zaman Osmanlı’nın tarihi kentlerinin tamamında mesela Bursa’da, Üsküp’te ya da Edirne’de neredeyse bir tarihi cami ya da bir sarayın bile ustalarının bir kısmı Buhara’dan bir kısmı Horasan’dan bir kısmı Semerkant’tan gelmiştir.
Dolayısıyla millet olarak hareket halinde bir ‘ordu millet’ görüntüsünü tarih boyunca sergilemişiz.
Her ne kadar Cumhuriyet döneminde on yılda bir darbe trafiğini görüyor olsak da Osmanlı’da da gerek saray içi gerek isyanlar halinde devletin karşı karşıya kalmış olduğu riskler ve darbelerin sayısı hiç de az değil.
Türkiye’deki darbelerin tümünü sıralamaya gerek yok ama 15 Temmuz’da bu millet hain bir darbe teşebbüsü ile karşı karşıya kaldı. Ve milletin içerisinde 40 yıldır yuvalanan, milletin parasıyla, milletin çocuklarıyla ve milletin doyurduğu askerlerle bu millete ihanet ederek Meclis’i bombalayan, topyekûn ülkeyi bataklığa sürüklemek isteyen bu tehlikeye Türk toplumu geçit vermedi.
Çoğu zaman bu dillendirilir: Türk milleti teyakkuz halinde olağanüstü başarılı bir millet. Seferberlik zamanları, savaş zamanları, zor zamanlarda dünyada hiçbir millet bu milletle yarışamaz.
Bu millet tarihte ne zaman bir riskle, bir sorunla, bir problemle karşı karşıya geldiyse olağanüstü bir kolektif şuurla süreci yönetmiş ve o olağanüstü şartlarda ortaya çıkan sorunların üstesinden gelmiştir.
En son örneği, 15 Temmuz gecesi darbe girişimi olduğunda Edirne’de, Adana’da, Mersin’de, Trabzon’da, İstanbul’da ve ülkenin bütün illerinde bu millet tek kişiymiş gibi hareket ederek, bu darbe girişimine karşı büyük bir ayaklanma örneği göstererek devletin varlığını muhafaza etmeyi başardı.
Millet, karşı karşıya olduğu darbenin önceki darbelerin hiçbirisine benzemeyeceğini, uzun vadede bu ülkenin bir iç savaşa sürüklenip ardından da işgale dair götürülecek bir zemin hazırlandığını fark etmiş oldu.
Belki önceki darbe girişimlerinde CIA’in ya da NATO’nun parmağı var düşüncesi toplumda hâkimdi ama bu darbe girişiminin doğrudan küresel istihbarat servislerinin bir ürünü olduğunu daha bir fark etti.
Aslında bu darbenin yerli maşaları da yoktu. Doğrudan ABD’nin casusları eliyle bu darbe yapılıyordu.
Zaman zaman PKK’nın, DAİŞ’in ve FETÖ’nün kendi aralarında nasıl bir dayanışma içerisinde olduğunu görmüş olduk. Çünkü her üç hain terör örgütünün de sahipleri ABD ya da dış güçler olunca zaman zaman bu örgütler birbirlerine alan açtılar. Darbe öncesi Ekrem Dumanlı’nın KCK içerisindeki devlet görevlilerinin listesini götürüp Diyarbakır Belediye Başkanı’na teslim etmesi aslında bu hain dayanışmanın ilginç örneklerindendir.
Dolayısıyla millet, karşı karşıya kaldığı tehlikenin büyüklüğünü sezmiş ve topyekûn bir seferberlikle darbecileri geldiği yere gerisin geri göndermeyi başarmıştır.
Fakat devamında vatandaş kendi vazifesini yaptıktan sonra devleti tekrar kurumlara teslim etmiştir. Yani siyasi iradeye. Bundan sonra artık halkın sorumluluğu bitmiş ve devlet erkinin sorumluluğu başlamıştır.
Biz devlet geleneği olarak teyakkuz halinde bu kadar başarılı iken, millet olarak bu kadar yüksek bir bilince ve inisiyatife sahipken rahat zamanlarda teyakkuz halindeki kadar başarılı değiliz. Bundan dolayı yazının başlığını teyakkuz ve kurumsallaşma olarak koydum. 15 Temmuz’da bu büyük kahramanlığı gösteren milletimiz devlet erkinden ve siyasetten bundan sonra bu tür risklerle karşı karşıya kalmamayı bekler.
Geçtiğimiz günlerde bir suç örgütü üzerinden yapılan tartışmada, emniyet içerisindeki tartışmalar bir kumpas ya da siyasete karşı bir örgütlenme veya kalkışma gibi servis edildi.
Bu ihtimallerin hepsi doğru olabilir. Fakat bizim kamu idaresinden ve siyasetten millet olarak beklentimiz, Tayyip Erdoğan’da var olan hassasiyetinin sadece Tayyip Erdoğan’la sınırlı kalmaması. Siyasetçisinden, amirinden, memurundan, bakanından, YÖK başkanından işte kamu güvenliğinden sorumlu kişilere kadar herkesin bu konuda teyakkuz halinde olması ve kendi sorumluluğunun bilincinde olmasıdır.
Eğer bugün hâlâ hain FETÖ’cüler, “Erdoğan’dan sonra…”, “Erdoğan gittikten sonra…” ifadelerini kullanabiliyorlarsa, bu, kendileri için tek tehdidin Erdoğan’ın varlığı olduğu anlamına gelir.
Oysa Erdoğan’ın atadığı rektörler, onun atadığı görevliler ya da Erdoğan’la beraber çalışan bakanlar veya kamu personelinin her birisi en az Erdoğan kadar bu meseleye duyarlı olmalıdır.
Vatandaş şunu söyleme hakkına sahiptir: Ey devlet kademesi! Biz darbeyi püskürttük, bu hain insanları yendik ve devlete teslim ettik. Devlet kademelerinin kurumsallaştırılması ve bu bela ile bir daha karşılaşmamamız için artık bundan sonra sorumluluk sizdedir!