Dış politika hedeflerinde uzlaşmak, olması gerekendir (2)
Bir gazete köşesinde belki güncel olup bitenin irdelenmesi gerekir ancak geçen yazıda başladığım, bir ölçüde kuramsal “ulusal dış politika” ve onun bütün partilerce desteklenmesi konusuna son bir dokunuş için izninizi istiyorum. (Böyle “kuramsal” dokunuşlar deyince aklıma, Latin edebiyatında atasözü haline gelmiş, resimlerinde ayakkabılardan başka yerleri eleştirmeye kalkan ayakkabıcıya, ressam Apelles’in “Ne supra crepidam /Ayakkabıdan yukarı çıkma!” uyarısı gelmiyor değil!)
Bütün partilerin, onların içindeki koalisyonlar ve ittifakların, ülkenin dış politikası ve onun rüknü olan savunma (güvenlik) hedeflerinin paylaşılması, özellikle ABD’nin sağladığı küresel “düzen” anlayışının sona doğru evrildiği görüşlerinin yayıldığı şu sırada çok önemli. Ülkemiz için ne yazık ki böyle bir ortak anlayış, ortak tutum, ortak ülküler olmadı.
Tam olmadı değil: Osmanlı Devleti’nin sona ermesi ve yerini irili ufaklı 11 ülkenin alması sırasında bu ülkelerin çoğunda ve Türkiye’de bir ulusal birlik fikri vardı ve partiler halini almamış bile olsa, Osmanlı’dan miras kalan bütün fikir gruplarının üzerinde anlaştığı bir dış politika fikri vardı. İç konulardaki aykırı görüşlerin birinci meclisin feshine, ikinci meclisin de başladığı partilerle sona erememesine sebep olmalarına rağmen, gerek Yunan işgaline karşı savaşın, gerek Lozan anlaşmasına hazırlık ve anlaşma sürecinin yönetiminin, 2. Dünya Savaşı’na karışmama siyasetinin bir “milli birlik” havası içinde, tüm grupların destek verdiği süreçlerle tamamladığını hatırlayalım.
Daha sonra bir askeri darbe ve tarihimize kara harflerle yazılan üç siyasal idama yol açacak anlaşmazlıklara rağmen, BM üyeliği, NATO’ya giriş, Kore Savaşı’na katılma gibi dış politika konularındaki birlik de, Türkiye’nin Soğuk Savaş Dönemini, tabir yerinde ise, kazasız-belasız atlatmasının başlıca sebebiydi.
Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve soğuk savaşın sona erdiği 1991’den sonra ise, Batı dünyasının genel, ABD’nin ise özel olarak içine girdikleri dağınıklık ve kargaşa, sadece Türkiye’de değil, hemen hemen bütün batı ittifakı ülkelerinde hissedildi. Oysa bu 10 yıl, Türkiye açısından çok daha önemliydi. ANAP lideri Turgut Özal ve MHP lideri Alparslan Türkeş’in, dağılan Sovyetler’in bıraktığı boşluğu ABD ve Rusya’nın paylaşmasına seyirci olmak yerine, Orta Asya Türk halklarının, yeni edindikleri bağımsızlıklarını bir egemenlik anlayışıyla tamamlamasına önderlik etme siyasetleri, ne yazık ki, hala süren bir duyarsızlıkla karşılandı.
Bu duyarsızlık çok daha olumsuz gelişmelere yol açabilecekti; ancak Kasım 2002’den sonra 58’inci hükumetle başlayan ve hala süren AK Parti yönetimleri, Türkiye’yi, bir çok NATO ülkesinde gözlediğimiz, dış ilişkilerini “Amerika ne isterse o!” başıboşluğuna düşmekten korudu. Bugün ortada bir Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) veya eski adıyla Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi (Türk Konseyi) varsa, “Dünya beşten büyüktür” sloganı, Birleşmiş Milletler’in yeniden ve daha etkili örgütlenmesi için küresel bir hareketin öncüsü olmuşsa bu “Yeni Düzen” veya NATO-sonrası dönemin temel taşları olacaktır. Türkiye, bu döneme, savunmada, enerjide ve finansmanda kendi kendine yeterlik çabalarının sürdürerek hazırlanıyor.
Şimdi Tam Bağımsız Türkiye ülküsünün bu ilk adımlarını “İhalar, Sihalar” veya “Karadeniz’deki kuyuya boruyla dışarıdan petrol pompalanması” gibi “IMF ile gizli anlaşma” gibi ifadelerle küçümseyenler (olmasa iyi ama) olacaktır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bayram mesajında dilediği gibi “gerilimli ortamın” olmaması da her zaman sağlanamayacaktır. Ama dış politika hedeflerinde bire bir uzlaşma olmasa bile, ulusumuzun diğer uluslarla ilişkilerinde hedeflerde uzlaşma fikrinin içerde kabulü, bu hedeflerin dışarıdaki saygınlığının garantisi olacaktır.