İstanbul halkı depremden korunabilir mi?
İstanbul Konseyi Dernek Başkanı Orhan Erdenen, “Bizim sistemimiz rastgelelik üzerine kurulmuş bir sistemdir ve hiçbir konuda sosyal felsefemiz yok,” derdi. Rastgelelik, çok kötü bir şeydir.
Bizim CHP’liler ağızlarını her açtıklarında Cumhuriyetin faziletlerinden bahsederler. Oysa dünyada Cumhuriyetle yönetilen tek devlet biz değiliz. Bir yönetimin fazileti, vatandaşlarını ne kadar onurlu, güvenli ve refah içinde yaşatabildiği ölçüde değer kazanır.
Bu ülkede tek parti kafası, kendi hükümet dönemi ve oluşturduğu, kara düzenin sorgulanmaması için sürekli ütopyalar üretmiştir.
Yahya Kemal, Aziz İstanbul kitabında İstanbul’dan bahsederken, 19. yüzyılda Avrupalılar tabiatı keşfettiğinde, tüm dünyada kentlere, tabiata ve tarihe bir merak başladığını söyler. O dönem, yeryüzünün en kıymetli kara parçası İstanbul’un sur içindeki tarihi yarımadasıydı, der.
Kent tarihiyle ilgilenenler bilir ki, Batılılar kendi kent merkezlerindeki tarihi yapıları harfiyen korurken, bizim rastgelelik üzerine kurulu sistemimizde Cumhuriyet caddeleri ve meydanlardaki heykeller dışında hiçbir planlama yapılmamış, imar meseleleriyle ilgilenilmemiştir. Şehirlerimiz plansız, düzensiz ve çoğu yerde vatandaşların kendi icat ettiği gecekondulardan oluşan bir kentleşme tarihine sahiptir.
Sanayinin plansız şekilde büyük kentlerde gelişmesi, nüfusun kontrolsüzce buralara akmasına sebep olmuş, vatandaşlar da devletten önce davranarak başlarını sokacak bir yuva kurma derdine düşmüştür. Böylece büyük kentlerimiz, sistematik ve stratejik bir planlamadan yoksun olarak gelişmiştir.
Bu memleketin yüz yıllık tarihinde, Turgut Cansever ve İlhan Tekeli dışında ülke çapında ünlenmiş büyük mimarlarımız olmadı. Turgut Cansever muhafazakâr camiada, İlhan Tekeli ise sol çevrelerde sevilir ve sayılırdı. Ancak şehirlerimiz ne Cansever’in ne de Tekeli’nin hayal ettiği gibi oldu.
1994 yılında Refah Partisi İstanbul’u kazandığında, Çağlar Keyder ve Ayşe Öncü’nün İstanbul’un yönetilemez olduğuna dair ünlü bir makalesi gündemdeydi.
Makalenin özü, İstanbul’un artık kontrol edilemez ve yönetilemez bir şehir haline geldiğiydi. İçeriği doğru analizlerle doluydu, ancak baştan sona umutsuzdu.
1994 yılında Sayın Erdoğan’ın yönetimi, İstanbul’da adeta bir devrim sürecini başlattı. Öncelikli olarak kent kontrol altına alındı, gecekondu faaliyetleri durduruldu. Plansız yapılara izin verilmediği gibi, İstanbul’un nazım imar planı çalışmaları başlatıldı ve 1/100 bin ölçekli planlar hazırlandı.
1994 yönetimi, İstanbul için bir bahar gibiydi: yeni yollar, köprüler, kavşaklar, yeşil alanlar, arıtma faaliyetleri başladı. İflas etmiş İSKİ baştan sona yeniden yapılandırıldı, su temin ve isale hatları yenilendi, doğalgazın yaygınlaştırılması sağlandı. İstanbul bir uçtan bir uca şantiyeye dönüştü.
1999 depremi ile birlikte ortaya çıkan gerçek ise İstanbul’daki yapı stoğunun %70’inin çürük binalardan oluştuğuydu. Devlet her zaman olumlu adımlar atmaz; ancak 1999 depremi sonrasında alınan imar mevzuatındaki yeni kararlar çok önemli bir adım oldu. O tarihten sonra yapılan binalar, deprem yönetmeliğine uygun inşa edilmeye başlandı.
Maraş depreminde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin deneyimli mühendisleri gönüllü çalışmalar yaptı. Depremin olduğu illerde yapılan incelemelerde, 1999 sonrası inşa edilen binalarda yıkım oranı %2-3’ü geçmedi. TOKİ ve Emlak Konut projelerinde yıkılan bina yoktu.