Takoz bunlar, takoz
1968 Yılı idi. İstanbul Boğazı’na henüz gerdanlık takılmamıştı. Kamyonlar, Anadolu’dan Trakya’ya, Trakya’dan Anadolu’ya geçmek için günlerce arabalı vapur sırası bekliyordu. Bir yakadan diğerine geçmek tam bir eziyetti.
Boğaz’a bir köprü yapılması projesi ortaya atıldı. “İstemezük” diyenler hemen harekete geçti. İlhan Selçuk, Cumhuriyet Gazetesi’nde bir yazı kaleme aldı. Boğaz Köprüsü için “cinayet projesi” diyordu. Gereksiz olduğunu savunuyor, hatta işi daha da ileri gidip, “fakir milletin parasının har vurup harman savrulacağını” iddia ediyordu.
Yapıldı o köprü, 1973’te de hizmete açıldı.
Ama yetmedi. Artan ihtiyacı karşılamaktan uzak kaldı. Bu defa ikinci bir köprü yapılması için çalışmalara başlandı. “İstemezükçüler” yine devredeydi. 1980’lerin başında TRT’deki bir açık oturumda Halkçı Parti Genel Başkanı Necdet Calp, Turgut Özal’ın karşısında, “Birinci köprünün gelirini sattırmayız, yenisini yaptırmayız” diye bağırıp çağırıyordu…
Sözün kısası, onlar bağırdı; köprüler, tüp geçitler, havaalanları, oto yollar yapıldı. Dönen tekere çomak sokmak için çırpınanlar da sadece bağırdıkları ile kaldı.
***
Şimdi yine bağırıyorlar. Yeni takıntıları ise Kanal İstanbul. Bu defa da onu engellemek için çırpınıp duruyorlar…
Gerekçeleri de hep aynı:
Yok efendim çevre zarar görecekmiş, vay efendim tsunami riskini artıracakmış, iklim değişecek, tatlı sular etkilenecekmiş. Vesaire, vesaire…
Maşallah, her biri de konusunda uzman beylerin. Süslü laflar etmekte üzerlerine yok. Ama yıllardır gerekçeler hep aynı. Önce, “olmaz, olamaz, her şey yıkılacak, mahvolacak” diyorlar, ardından da yapılan hizmetlerden yararlanmak için sıraya giriyorlar.
Zaten ortaya attıkları iddiaların doğru olmadığı uzman raporlarıyla sabit. Bugüne kadar öne sürdükleri hiçbir tez doğru çıkmadı. Alışkanlık olmuş herhalde, buna rağmen direniyorlar. “Karşıyız karşı, her şeye karşı” tekerlemesini dillerinden düşürmüyorlar.
Oysa, asıl Kanal İstanbul’un yapılmaması bizim için büyük tehlike. Boğaz trafiği her geçen gün artıyor. Her yıl on binlerce gemi geçiyor. Büyük akaryakıt tankerlerinin her boğaza girişinde de yüreğimiz ağzımıza geliyor.
Hem risk altındayız, hem de cebimize giren bir şey yok. 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi elimizi kolumuzu bağlamış durumda. Geçen gemilerden fenerlerin bakımı için 0.33 dolar;
Sivil güvenlik için ton başına 0.80 dolar;
Sağlık hizmetleri için de ton başına 0.06 dolar alıyoruz. Dilenciye versen beğenmez.
Eğer gerçekleşirse Süveyş ve Panama kanalları gibi Kanal İstanbul da para basacak. Üstelik, gemi trafiği daha fazla olacağı için kasamıza onlardan çok daha fazlası dolacak. Dile kolay, yıllık 8 milyar dolarlık bir kazanç söz konusu. İstanbul Boğazı çevresinde can ve mal güvenliğini sağlamamız da cabası.
Türkiye’yi rahatlatacak, kendini 4-5 yıl içinde amorti edecek bir büyük projeden bahsediyoruz. Basit, düzeysiz, ayakları yere basmayan bir takım iddialarla engellenmeye çalışılıyor.
Yıllardır “deja vu” yaşıyoruz biz. Ellerinde takoz koşturuyorlar, ama Allah’tan bir türlü tekeri tutturamıyorlar.