Ankara’da aslında ne oluyor?
Bir önceki yazımda da değinmiştim. Ankara Emniyeti merkezli birtakım olaylar, gözaltılar oluyor. Olayların bir evveliyatı var elbette.
Aslına bakarsanız olay tam bir post-truth olayı. Yani “gerçek ötesi” birtakım dezenformasyon çabası var. Bu çaba belli ölçüde de etkili oldu.
Aslında Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Merve Şebnem Oruç’un “Büyük Ay Sahtekârlığı” başlıklı yazısında belirttiği gibi bir hadise, bu yaşadığımız. Yalan haber ve dezenformasyon…
Orada ne oluyordu? Konu, 1835’te Newyork The Sun gazetesindeki “Ay’da hayat olduğu”na dair bir yazı dizisine dayanıyordu. Bilim insanlarına referanslar verilerek işlenen kurgu haber, büyük ses getiriyordu ama olayın aslı yoktu. Ama milyonlarca insan bu habere inandı.
1920’lerdeki Ponzi vakasında da Charles Ponzi kurduğu “saadet zinciri” ile milyonlarca kişiyi posta pulları üzerinden dolandırdı. Bizde de birçok benzer olayı yaşadık. Bunların meşhurlarından birisi Banker Kastelli idi. Başka birisi Nasrullah Ayan gibi isimlerin borsa dolandırıcılığı idi.
Bakıldığı zaman bu olaylarda bireyler zarar görüyor.
Ama ülkelerin ve insanlığın zarar gördüğü de birçok hadise var.
Uzun zamandır ülkemiz, dünyadaki pek çok yalan habere ve dezenformasyona maruz kalıyor.
Batı kendi gerçeğini inşa ediyor. Bunun kamuoyu algısını oluşturuyor, servis ediyor. Bir bakıyorsunuz ki hakikat, gerçekle baş edemez hâle geliyor.
Kadim bir sözümüz var: “Doğru çarığını giyene kadar yalan dünyayı dolaşır…” Evet, yalan artık sosyal medyanın oluşturduğu ortamla hızla yayılıyor. Algoritmalar da bu yayılıma hizmet ediyor. Anahtar kelimeler, hashtag’ler vb. gayet güzel çalışıyor.
Ben de hayatımızı ciddi anlamda ‘post-truth’ hadiseleri etkilediği için bu konuda okumaya, yazmaya çalışıyorum.
Henüz son kontrolü bitmemiş bir kitabım var. İnşallah yakında bitirir, yayınlanacak hâle getiririz.
Daha önce Star Açık Görüş’te yazdığım yazıdan; “Gerçeklik ve Hipergerçeklik Arasında Barış Pınarı Harekâtı’’ başlıklı yazımdan şu alıntıyı yapmak isterim:
‘’Artık nesnel hakikatler insanlar için oldukça kısıtlı bir anlam ifade ediyor. Bu konuda yapılmış çok sayıda çalışma da var. Keyes öncesinde de bu konuda çeşitli çalışmalar yapılmıştı. Bunların bir kısmı sosyal bilimler sahasında uzun süre tartışılan ve ses getiren çalışmalardı. Bu çalışmalara en tipik örnek ise çağdaş sosyolojinin başlıca isimlerinden olan Jean Baudrillard’ın ortaya koyduğu “hipergerçeklik” kavramıdır. Baudrillard, Körfez Savaşı sürecinden yola çıkarak gerçekliğin medya tarafından yeniden inşa edildiğini ve kişilerin zihninde yalnızca gerçek dünyanın simülasyonları olduğunu öne sürmüştü. Baudrillard, “hipergerçek” kavramıyla artık gerçekliğin geri dönüşü olmayan bir kuşatılma altında olduğunu söylemiş, hipergerçeklikten sonra artık gerçekliğe herhangi bir ihtiyaç kalmadığını iddia etmişti. Baudrillard şöyle demektedir; “Günümüzde gerçek artık minyatürleştirilmiş hücreler, matrisler, bellekler ve komut modelleri tarafından üretilmektedir. Bu sayede gerçeğin sonsuz sayıda yeniden üretimi mümkün olmaktadır. Bundan böyle rasyonel bir gerçeğe ihtiyacımız olmayacaktır; zira “gerçek” ideal ya da negatif süreçlerle başa çıkabilecek (boy ölçüşebilecek) bir durumda değildir.”
KENDİ GERÇEKLERİNİ YARATIYORLAR
Konuyu günümüze getirmeden önce bu kavramlara ilişkin yakın tarihten bir örnek verebiliriz. Emperyalist güçlerin gerçeğin önüne geçerek dünyayı nasıl manipüle ettiklerini bu örnek yardımıyla görebiliriz:
Eski Amerikan başkanlarından George W. Bush’un iletişim danışmanlarından biri, köşe yazarı Ron Suskind’i gerçeklere dayanarak yazmakla eleştirmiş ve şöyle söylemişti: “Sizler gerçeklere tapan bir topluluksunuz. Gözlemlenebilen gerçeklere dayandırılan muhakemelerden bir sonuç çıkarmaya çalışıyorsunuz. Ama artık dünyada işler böyle yürümüyor. Biz bir imparatorluğuz. Ve bir imparatorluk olarak hareket ettiğimizde kendi gerçeğimizi yaratıyoruz. Siz o gerçeği etüt ederken biz tekrar harekete geçiyoruz ve yeni gerçekler yaratıyoruz. Yani tarihin aktörü olan biziz.”
Emperyalist Batı kendi gerçeğini yaratma gayreti içerisinde, bu konuda da oldukça mahir olduklarını söylemek mümkün. Kullanacakları gazeteciler, siyasetçiler var.
Bunlardan en kullanışlı olanları kendileri de bir casusluk örgütü olan FETÖ’dür. Temel amaçları; dezenformasyon oluşturmak, hedef saptırmak ve efendileri adına operasyon çekmektir.
FETÖ, sadece kendi gazetelerinde yoktu. Soldan, sağdan radikal İslam’dan, marjinal soldan da yayın yapan ya da oralardan görünen elemanları vardı. Dolayısı ile bunların hepsi efendilerinin çocukları idiler.
Ayrıca eğitim camiasında, akademide -akademideki ‘hayalet yazarlar’ üzerine kimse gitmedi- emniyet ve yargı içerisinde de oldukça varlardı.
MİT’te, Emniyet’te, TSK’da FETÖ’cüleri temizleme görevinde olanlar zaman zaman FETÖ’cüler oldular.
17-25 Aralık sonrası Emniyet İstihbarat’a alınan on üç mühendisin on ikisi FETÖ’cü çıkarak ihraç oldu. Geri alınmadılarsa tabii… Kalan biri de okuyucu çıkmış, o dönem İsithbarat Daire başkanı şu anda da Ankara Emniyet Müdürü Engin Dinç gibi.
Nedense Engin Dinç, Hrant Dink cinayeti esnasında Trabzon İstihbarat Müdürü, 17-25 Aralık esnasında ve 15 Temmuz’da da İstihbarat Daire Başkanı.
Geçmişte, “Selam Tevhit”te olduğu gibi; siyasetçi, gazeteci, bürokrat birçok isim çeşitli kurgularla dinleniyor.
İddiaya göre dinlenenlerden birisi de Hande Fırat. Hande Fırat, 15 Temmuz’un sembol isimlerinden ve Sayın Erdoğan ile canlı yayın yapan kişi. Onu itibarsız hâle getirerek 15 Temmuz’u itibarsız hâle getirmek istiyorlar.
Diğer taraftan 15 Temmuz’da kendini ortaya atarak TRT’ye giden, sonrasında da FETÖ’sünden PKK’sına, oradan DEAŞ ve DHKP-C’sine kadar tüm terör örgütleri ile kelle koltukta mücadele eden Süleyman Soylu itibarsız hâle getirilmek istenildi.
Sedat Peker gibi her tarafı şaibeli ve kirli bir suçlu tarafından dezenformasyonlar yapıldı. Bu dezenformasyonlara karşı sessiz kalındı. Hemen siyasette de destekçileri oldu. FETÖ’cülerden Cevheri Güvenler, Alman istihbaratına çalıştığını kendisi itiraf eden ve Peker’in sözcülüğünü yapan Erk Acarer bu algı için canla başla çalıştılar.
Erk Acarer, firari Serdar Sertçelik’e ne diyordu ısrarla: “15 Temmuz’da silahları nereden aldınız?”
Şimdi tekrar bir önceki yazımda yazdıklarımı tekrarlayayım:
‘’Nasıl ki Şubat 2012’de Hakan Fidan üzerinden Sayın Erdoğan hedef alınmışsa; şimdi de Süleyman Soylu üzerinden bu denendi, deneniyor.’’
Ayrıca geçmişi de şaibeli olan Engin Dinç’in hâlâ görevde kalıyor olması, terörle mücadeleye giderek gözaltındaki Murat Çelik ile görüşmesi ve Murat Çelik’in de gözaltındaki M.İ. ile “Beni iki dakika görüştürün.’’ ısrarı oldukça enteresan değil mi?
Yukarıda kadim bir atasözümüzden bahsetmiştim yine kadim bir atasözümüzle bitireyim: ‘’Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.”
Ancak bu sefer yatsıdan önce bu olayın sütre gerisindekileri de açığa çıkarıp sürekli içeride operasyona açık alan bırakmadan FETÖ ve türevlerinden kurtulma zarureti var.