‘Biz Batıcıyız!’ deyip kestirip atmak…
“Bir gecede Türkiye ekonomisini yerle bir ederim!” diyen bir ABD başkanını, “Türkiye’de yönetimi devirmek için, oradaki ortaklarımızla iş birliği yapmalı, onları güçlendirmeliyiz” diyen bir başka ABD başkanı izliyorsa, sizin, ne NATO ittifakına ne ikili anlaşmalara ne de ABD’nin AB’deki iş birlikçilerine kayıtsız şartsız güvenmeniz mümkün olmaz. Bu, sadece bu tehdit ve planların muhatabı olan Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan için değil, bu seçimde onun yerini almaya çalışan muhalefet ittifakı için de böyledir.
Bugün bu yönetime parmak sallayan, yarın yeni yönetimlere de aynı hodkâmlıkla, aynı tepeden bakmacılıkla, aynı “büyük ağabey” tavrıyla yaklaşacaktır. Oysa işbaşındaki yönetim, hangi siyasal ideolojiye, hangi yönetim tarzına dayalı olursa olsun ABD ile Cumhuriyet Türkiye’si arasındaki ilişki, 17 Şubat 1927 tarihindeki nota alışverişinden bu yana daima bir “denge” kurma çabası gerektirmiştir. 27 Mayıs 1960 darbesi ve onu izleyen sahte yargılamadan sonra Başbakan rahmetli Adnan Menderes ve iki bakanın darbeciler tarafından öldürülmesini, bu denge siyasetini uluslararası emperyalizmin “Türkiye’yi kaybetme korkusu” ile açıklamak bana da akla yakın geliyor. Yoksa Menderes’in katli için ne yasal ne siyasi bir sebep yoktu. Darbe dinamiklerine göre devirmek yeterdi, idama ve böylece uzun yıllar Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile adeta selamlaşmasını bile imkânsız kılmanın gereği yoktu.
Ancak Türkiye’nin NATO’nun kucağına atlaması da herhangi bir ulusal çıkar veya askeri ya da ekonomik gereklilik sonucu değildi. Bir İngiliz işçi heyeti güya Moskova’yı ziyaret etmiş, orada Sovyet diktatörü Stalin’den “yakında Türkiye’yi işgal edeceğini ve 6 vilayeti Ermenistan’a bağlayacağını” duymuştu. İngilizler bunu Londra’daki Türkiye Büyükelçiliği’ne veya Ankara’da Dışişleri Bakanlığı’na değil, Washington’da Amerikalılara iletmiş; biz de ABD’nin “uyarısı” ile duymuştuk.
Evet, İkinci Dünya Savaşı sonrası nükleer felaket tehdidiyle ayakta duran sözde ikili kutup dengesi belki bütün ülkeleri bir taraftan olmaya itiyordu ama bunu reddeden ülkeler de vardı. Rahmetli Prof. Dr. Fahir Armaoğlu, tarihe bakıp da “Şöyle olsaydı, böyle olsaydı” diye retorik geliştirmenin kimseye bir şey kazandırmayacağını söylerdi. Dolayısıyla biz şimdi, “Sizi iktidara biz getirdik; şunu-şunu yapacaksınız, “örneğin” S-400 devre dışı bırakıp, Ukrayna meselesinde Rusya’ya bu kadar müzahir davranmayacaksınız…” ya da “Libya’da taraflardan birine destek olmayın…”, “Hatta Suriye’de PYD’nin DAEŞ ile mücadelesine engel olan askeri varlığınıza son verin!” tarzı taleplerin, bu hafta yayınlanan batı dergilerindeki sözde analizlerde bile aba altından gösterilen sopalar iken, hiçbir sorumlu siyasetçinin denge siyasetinden vazgeçebileceği imasında bulunması bile mümkün olmamalıdır.
Türkiye’nin ABD ve AB tarafından açık-gizli ambargolar ve yaptırımlarla hizaya getirilmek istendiğini bilen, gören hiçbir siyasetçi, tam bağımsızlık yolunda finansman, enerji ve savunma konularındaki kazanımları göz ardı edemez.