« Biz Erdoğan’ı yıkmaya odaklandık, gerisini hiç düşünmedik »

Okuduğunuz Yazı
« Biz Erdoğan’ı yıkmaya odaklandık, gerisini hiç düşünmedik »

İçerik

Bugün iktidara oy verenlerin neden oy verdiklerini sorsanız, iktidarın yaklaşık 20 yıldır halka olağanüstü hizmetleri, Türkiye’nin uluslararası arenadaki başarıları gibi cevaplar alacağınız gibi, kuşkusuz büyük bir çoğunluğundan şu cümleyi de duyabilirsiniz : “İktidar karşıtlarına tepkiden dolayı iktidara oy veriyorum”.

Sosyal medyada, bu tezi kanıtlar nitelikteki bir tweet’im çok büyük beğeni toplamıştı. “Bana sık sık soruyorlar “iktidarın hiç mi yanlışı yok?” diye. Var tabii, olmaz olur mu? Ama ülkenin en büyük problemi, yanlışları da olan bir iktidar değil, hiçbir doğrusu olmayan bir muhalefet.”

Bildiğiniz gibi uzun yıllardır Fransa’da yaşadığım için bu ülkede de demokrasi nasıl işliyor yakından takip etme imkanım oluyor.

Her ne kadar son yıllarda Fransa’daki terör olaylarından sonra ülkede yükselen İslam düşmanlığı gibi sebeplerden dolayı Macron yönetiminde kişisel hak ve özgürlükler kısıtlanarak demokrasi tehlike altına girdiyse de ülkede hala işleyen bir demokratik sistem mevcut.

Bu nedenle, ülkedeki muhalefet partilerinin amacı, ne yapıp edip Cumhurbaşkanını iktidardan indirmek için ülkede sadece iktidarı yıpratmaya yönelik tartışmalar gündeme getirmek değil, iktidarın sunduğu çözüm ve politikalara, halka gayet seviyeli ve entelektüel bir tartışma ortamı sağlayarak akılcı alternatifler sunmak.

Birbirleriyle tamamen zıt ideolojideki partiler, hatta seçimlerde doğrudan birbirlerine rakip olmuş adaylar bile gerektiği zaman birbirlerine destek olup sımsıkı kenetlenmekte hiçbir sakınca görmüyorlar.

Somut bir örnek vermek gerekirse, 2017 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Macron’un rakibi aşırı sağcı Ulusal Birlik Partisi’nin lideri Marine Le Pen, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Macron arasında yaşanan gerginlikte Macron’un tarafını tutmuş, “Bu tehditlere karşı, Macron ile milyonlarca anlaşamadığımız konu olmasına rağmen kararlılıkla, Fransa’nın Cumhurbaşkanı olan Emmanuel Macron’un arkasındayım” demişti.

Terör olaylarında, bir muhalif Macron’a tokat attığında, iktidarın ülke çıkarlarını korumak için aldığı kritik kararlarda bütün partiler hemfikir olabiliyorlar.

“Erdoğan gitsin diye canımı veriririm”

Ülkemizde ise durum bambaşka. Gerek muhalif siyasetçiler gerek muhalif basın ve kanaat önderleri, sanki iktidarın bütün icraat ve başarılarını eleştirmek için birbirleriyle sözleşmiş gibi hareket ediyorlar. CHP’li Engin Altay bunu zaten kendi ağzıyla da itiraf etmişti: “Bu hükümet dünyanın en doğru işini bile yapsa bizim bu hükümeti alkışlayacak halimiz yok!”.

Durum o kadar can sıkıcı bir boyuta ulaştı ki ülkenin en çok birbirine kenetlenmesi gereken konularda bile muhalefet yine iktidarı suçluyor. İşte bu nedendendir ki muhalefet, onca video kayıtlı kanıta rağmen, 251 vatandaşımızın şehit olduğu 15 Temmuz hain darbe girişimi için “tiyatro, senaryo, kontrollü darbe” tezlerini öne sürerek halkı bölecek kadar küçülebiliyor.

Muhalefetin iktidarı düşürmek için takip ettiği iki temel strateji olduğunu söyleyebiliriz.

Bunlardan birincisi “düşmanımın düşmanı dostumdur” stratejisi. Muhalefetin bu mantık çerçevesinde Erdoğan’ı düşürmek için ittifak yapmayacağı hiçbir güç yok. CHP’li Aytuğ Atıcı’nın “Erdoğan gitsin, canımı veririm” sözü, muhalefetin Erdoğan düşmanlığının nasıl bir boyuta ulaştığını gözler önüne seriyor.

Her ne kadar Millet İttifakı, HDP ile kurduğu iş birliğini reddetse de, halk artık 31 Mart yerel seçimlerinde muhalefetin “başarısını” doğrudan PKK’ya borçlu olduğunu biliyor. Seçimlerden önce Kandil’den gelen, terör elebaşı Murat Karayılan’ın mesajı bunu kanıtlar nitelikte : “Erdoğan, Kandil ve Şengal’i yok edeceğini söylüyor. AK Parti-MHP’ye verilen her oy bize (PKK’ya) sıkılan bir mermidir. Aday göstermediğimiz yerlerde ‘halkımız’ kime oy vereceğini bilmektedir.”

HDP’li Fatma Kurtulan’ın “İYİ Parti, size söylüyorum: Size rağmen, içinde bulunduğunuz ittifaka, HDP ve PKK’ye içinde gönül vermişlerin de olduğu insanlar oy verdi. Şu an koltuklarınızda HDP’nin oylarıyla oturuyorsunuz” itirafı da, HDP’li Pervin Buldan’ın “31 Mart seçimlerinde desteklediğimiz demokratik güç birlikleri kıymetliydi. Ancak bundan sonraki süreçte kimse bizden aynı tavrı beklemesin” resti de, Millet İttifakı adaylarının nasıl HDP / PKK destekçilerinin oyları ile koltuk kazandıklarını gözler önüne seriyor.

Bu “Erdoğan’a karşı destek arama çabası” öyle bir boyuta ulaştı ki muhalefetin öne çıkan yüzleri yabancı dillerde ülkelerini şikayet ederek yabancı güçlerden medet umuyorlar. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun İslam ve Türkiye karşıtı Fransız Marianne dergisiyle “Türkiye demokrasiye aç” başlıklı röportajı veya son derece bozuk bir İngilizceyle ülkesini şikayet ettiği video, buna bir örnek olarak gösterilebilir.

ABD Başkanı Joe Biden, iktidara gelmeden önce, “Erdoğan’ı darbeyle değil, seçimle değiştireceğiz” deyip Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçimleri kaybetmesi için muhalefetin “desteklenmesi” ve “cesaretlendirilmesi” gerektiğini dile getirmişti.

Sosyal medyada “Fondaş medya” etiketiyle günlerdir gündemde olan bir meselede, ABD’nin içten içe nasıl Türk siyasetini yönlendirmeye çalıştığı ortaya çıkmış oldu. Medya kuruluşlarından STK’lara, vakıflara, üniversitelere kadar birçok stratejik kurumun ABD merkezli Chrest Foundation Vakfı’ndan -ve hatta Norveç’ten- yüz binlerce dolar alarak fonlandıkları açıklandı.

Her ne kadar bu fonlanan kuruluşlar arasında Ruşen Çakır’ın yöneticilik yaptığı Medyascope ön plana çıksa da, ABD’nin fonladıkları arasında Sabancı Üniversitesi’nden Mor Çatı Kadın Derneği’ne, Hrant Dink Vakfı’ndan Mezopotamya Vakfı’na kadar bir sürü kurum da mevcut. Kadın hakları, Kürt, Ermeni azınlık hakları, Türkiye’deki kültür, sanat, eğitim gibi stratejik meseleleri finanse eden ABD’nin “hibe”lerindeki koşul ve amaçları gün gibi ortada.

Fikrimce muhalefetin halihazırda ne kadar “dış güdümlü” bir ittifak olduğunu en net şekilde ortaya çıkarmış itiraf, CHP’li Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı Lütfü Savaş’ın bir soruya verdiği cevaptır. Savaş, “Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı kim olacak?” sorusuna “ulusal ve uluslararası karar vericilerin işaret edeceği aday” yanıtını vermişti. Böyle bir cevap başka bir ülkede verilmiş olsa, muhtemelen ülkede halk ayaklanırdı. Ancak ABD tarafından fonlanan medyayı bile “bağımsız” diye savunan muhalefet kanadı, bu önemli meseleyi de bastırmayı başardı.

Muhalefetin son medet umduğu ve “kahramanlaştırdığı” isimlerden biri de, bir zamanlar arasının hiç de iyi olmadığı ancak daha sonra Türkiye düşmanı BAE’ye sığınarak hükümeti zor duruma sokma amacı güden videolar yayınlayan suç örgütü lideri Sedat Peker oldu.

Cumhuriyet gazetesinin yayımladıktan kısa bir süre sonra sildiği karikatüründe “baba muhalefet lideri” olarak tanımladığı Sedat Peker muhalif kesimde öyle bir popülarite kazandı ki sosyal medyada Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Millet İttifakı’nın çatı adayı olacağına dair espriler bile yapılmaya başladı.

“Amaca giden her yol mübahtır”

Erdoğan’ı devirmek için muhalefetin takip ettiği bir ikinci strateji ise “amaca giden her yol mübahtır” taktiğidir. Bu amaç doğrultusunda HDP / PKK iş birliğinde bir sakınca görmeyen muhalefetin ve ABD fonlu muhalif kuruluşların, iktidar ve yakın çevresini itibarsızlaştırmak ve yıpratmak için yapmayacağı hamle yoktur.

CHP’nin sosyal medya üzerinde geliştirdiği bir yalanı ortaya atıp kitleleri inandırma stratejini en net ifadelerle ortaya koyan kişi, hiç şüphesiz CHP yandaşı Sedef Kabaş’tır.

Kabaş bu stratejiyi katıldığı bir eğitimde şu sözlerle ifade etmiştir : “Kitleleri etkilemek istiyorsanız, ortaya kocaman bir yalan atın. Ama çok büyük bir yalan olsun. İkinci kriter çok basit bir yalan olsun. Sonrasında da bu basit ve çok büyük yalanı sürekli tekrar et. Ve ardından kitlelerin o yalanı gerçekmiş gibi nasıl kucakladığını otur seyret.”

“128 milyar dolar” yalanı, bir parti personelinin yanlışı üzerinden “pudra şekeri” meselesinin bütün bir partiye mal edilmesi, pandemi dönemindeki ekonomik problemlerin abartılarak “Millet aç” algısının yaratılması, mültecilere karşı kullanılan nefret dili, Z kuşağı adı altında sürekli gençlere hitap edilerek “iktidarın onları düşünmediği” algısının yaratılması, hepsi iktidarı zayıflatmak amaçlı ve sistemli olarak yürütülen operasyonlardır.

Türkiye’nin AK Parti dönemi önceki dönemi, tek parti rejimi, koalisyon hükümetlerinin yol açtığı kaos, darbeler, üç haneli enflasyon, ekonomik kriz, petrol, yağ, şeker, su kuyrukları, altyapı problemleri, hava kirliği, çöp yığınları, idam edilen genç ve siyasetçiler, katliam, ayrımcılık ve nefret siyaseti ile hatırlanıyor.

Maalesef son 20 yıldır sadece AK Parti iktidarını tanımış -Türkiye’nin geçmişini bizzat yaşamamış- ve muhalefetin “süslü vaatlerine” kulak veren bazı gençler 2023 seçimlerinde manipülasyon siyasetinin kurbanı olabilirler.

Öte yandan bütün algı operasyonu ve “gençlere şirin gözükmek” için atılan adımlara rağmen, İstanbul ve Ankara gibi stratejik şehirlerdeki belediyeciliğin başarısızlığı bu gençlerin bile bir nebze de olsa gözlerini açıyor.

Peki Erdoğan iktidarı kaybederse ne olacak? Muhalefetin ülkenin geleceği için vizyon ve hayalleri nedir? İşte bu noktada derin bir sessizlik oluşuyor. Çünkü onlar “Erdoğan’ı yıkmaya odaklandılar ve gerisini hiç düşümediler”.

Gelinen noktada Türkiye’deki siyasi gerginlik, herhangi başka bir demokratik ülkede olduğu gibi iktidar-muhalefet mücadelesinden çok daha öte bir “beka meselesi” haline gelmiş durumda. Bu artık Türkiye’nin bağımsızlığını savunanlar ile ülkeyi dış güçlerin nüfuzuna sokmaya çalışanların mücadelesi.

Yazımı, şu anda yaşanılanları bir benzer dönemle kıyaslayarak bitirmek istiyorum.

Gazeteci Servet Beki’nin “’Sultan Abdühamid gitsin, varsın canım gitsin’ diyen İngiliz Büyükelçisi Sir Henry G. Eliot ile, ‘Erdoğan gitsin canımı veririm’ diyen CHP’li Aytuğ Atıcı tek yumurta ikizidir!” tweet’ini çok isabetli bulmuştum.

Aslında Atıcı bu sözlerinde hiç de yalnız değil. Bunun gibi daha yüzlerce örnek var. Mesela CHP’li yazar Levent Gültekin de “Ülke batsın umurumda değil, yeter ki biri Erdoğan’ı durdursun!” demiş, şu anda ABD tarafından haber sitesi fonlandığı ortaya çıkan gazeteci Ruşen Çakır bir yayında dili sürçerek “23 Haziran’da çıkacak sonuç etrafında yeni Türkiye’nin nasıl bir tempoyla işgal…” demiş, ardından düzelterek “Nasıl bir tempoyla hayata geçeceğini göreceğiz” ifadelerini kullanmıştı.

Muhaliflerin şu anki “ülke batsın da, işgal edilsin yeter ki Erdoğan devrilsin” mantığı, Osmanlı İmpatorluğu’nun son dönemlerinde II. Abdülhamid’e karşı çıkan İttihatçı görüşüyle çok uyuşuyor. 31 Mart Vakası ile tahttan indirilen II. Abdülhamid, zamanında aynı propaganda ve yıpratma savaşına karşı onurlu bir mücadele vermişti.

Abdülhamid’in tahttan indirilmesini takiben patlak veren Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik ve güçsüz çıkan Türkiye’nin toprak bütünlüğünün ve ekonomik kalkınmasının sağlanması için Amerikan-İngiliz mandasına girmesi gerektiği düşüncesi, zamanının kendini “milliyetçi ve reformist” olarak tanımlayan, İttihat ve Terakki Partisi’ne yakın “aydınları” tarafından savunulmuştu.

İşte o devirdeki “mandacı” ve “Batıcı” zihniyetin temsilcileri halen aramızda yaşıyor. Türkiye’nin gelişmesi için yabancı güçlere ihtiyacı olduğunu düşünen, bunun için ülkeyi gönüllü olarak İMF ve diğer yabancı kuruluşların güdümüne sokacak “aydınlar” halen mevcut.

Bu kişiler için Türkiye’nin güçlenmesi, milli değerlerini muhafaza etmesi, özgürlük ve bağımsızlığı için mücadele eden Erdoğan devrildikten sonra ülkede çıkabilecek olası bir kaos ortamı -veya daha da korkutucu senaryolara göre bir iç savaş veya işgal durumu- hiç de önemli değil. Onların tek istedikleri, kendi ideolojilerine, hayat tarzlarına ve çıkarlarına göre tasarlanmış bir coğrafyada yaşamak.

Sözlerimi Abdülhamid Han’ı devirdikten sonra pişman olan İttihatçı Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın ibretlik bir şiiriyle bitirmek istiyorum :

“Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han?Feryâdım varır mı bârigâhına?

Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,

Şu nankör………… bak günâhına.

Târihler ismini andığı zaman,

Sana hak verecek, ey koca Sultan;

Bizdik utanmadan iftira atan,

Asrın en siyâsî Padişâhına.

‘Pâdişah hem zâlim, hem deli’ dedik,

İhtilâle kıyam etmeli dedik;

Şeytan ne dediyse, biz ‘beli’ dedik;

Çalıştık fitnenin intibahına.

Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,

Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.

Sade deli değil, edepsizmişiz.

Tükürdük atalar kıblegâhına.

Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena,

Bir sürü türedi, girdi meydana.

Nerden çıktı bunca veled-i zinâ?

Yuh olsun bunların ham ervâhına!

Bunlar halkı didik didik ettiler,

Katliâma kadar sürüp gittiler.

Saçak öpmeyenler, secde ettiler.

……………… pis külâhına.

Haddi yok, açlıkla derde girenin,

Sehpâ-yı kazâya boyun verenin.

Lânetle anılan cebâbirenin

Bu, rahmet okuttu en küstâhına.

Çok kişiye şimdi vatan mezardır,

Herkesin belâdan nasîbi vardır,

Selâmetle eren pek bahtiyardır,

Harab büldânın şen sabahına.

Milliyet dâvâsı fıska büründü,

Ridâ-yı diyânet yerde süründü,

Türkün ruhu zorla âsi göründü,

Hem Peygamberine, hem Allâh’ına.

Lâkin sen sultânım gavs-ı ekbersin

Âhiretten bile himmet eylersin,

Çok çekti şu millet murada ersin

Şefâat kıl şâhım mededhâhına.”

Yazı Hakkında ki Düşünceniz?
Çok Beğendim
0%
Beğendim
0%
Orta Karar
0%
Sevmedim
0%
Hiç İyi Değil
0%