Büyük düşünme temrinleri
Birinci Dünya Savaşı bittiğinde bir yönüyle dünyada tek bir devlet kurulmuştu: Batı Sömürge İmparatorluğu. Geriye kalan devletler ya doğrudan işgale uğramış ya da yarı sömürge hâline getirilmiş veyahut Batılı devletlere muhtaç duruma düşürülmüş devletlerdi. Bugün dünyaya meydan okuyan Çin başta olmak üzere Hindistan, İran, Endonezya, Afrika kıtasının tamamı ve Latin Amerika ülkeleri Batı sömürgeciliği karşısında benzer durumlardalardı.
Batı hakimiyeti, salt askeri ve teknolojik üstünlükle sınırlı değildi. Kültür emperyalizmi uygulamaları ile her bir ülkenin yönetici sınıfı ayrıca sömürgeleştirilmiş, köleleştirilmişti. Bu devletlerin aydın sınıfı, Asya ve Afrika’daki sömürgeciliğin yarattığı psikolojik bir sendrom içindelerdi. “Bizden adam olmaz” ya da “İngiltere olmadan bu ülkede bir yaprak kımıldamaz” gibi söylemler aydın sınıf içinde hâkim düstur hâline gelmişti. Batılıların hegemonyası, bu ülkelerde bir taraftan inanç ve özgüven kaybı oluştururken diğer taraftan zora dayalı tehdide maruz kalınıyordu.
Sömürge çağının ilginç bir psikolojisi vardı. İlk mektep ve lise müfredatlarında insanlık, Yunan medeniyeti ile başlıyor, Roma ile devam ediyor ve Avrupa ve ABD ile zirvesine ulaşıyordu. Örneğin kent olgusunun tarihi hakkındaki müfredat Atina ile başlıyor, New York ile bitiyordu. Batılı ülkelerin sahip olduğu bu kültürel ve akademik hegemonya felsefe, tarih, bilim ve sanat alanlarına nüfuz etmişti.
Bir kültürün ve medeniyetin hâkimiyeti güçlü bir şekilde kendini gösterdiğinde sömürge milletleri hâkim kültür eliyle köleleştirme ameliyesi devam ederken bu gücün karşısında kendiliğinden gönüllü köleler oluşur. Kendilerini Fransız zanneden Afrikalı, İngiliz zanneden Arap ve modernliği dedesinden miras aldığını zanneden Türkler ortaya çıkar.
Bizim millet olarak içine düştüğümüz durum diğer milletlerden farklı değildi. Koca bir imparatorluk dağılmış, milleti yıkıma uğramış, Cumhuriyet kurulduktan sonra da milletin bütün değerlerinin hilafına Batılı bir sömürgeci kültür geleneği Fransız Jakobenlerinkine benzer bir motivasyonla milletin üzerine dayatılmıştı.
Türk milletine sunulan şey Afrikalı ve Asyalı milletlere sunulandan farklı değildi. Bu sömürgeci uygulamaların Türkiye’deki adresi İsmet İnönü ile sembolleşen tek parti uygulamalarıydı.
Diğer ülkelerden farklı olarak Türkiye’nin arkasında büyük bir imparatorluk ve İslam medeniyeti vardı. Zira ne kadar yok sayılırsa sayılsın Türkiye’nin tarihine göz attığınız anda kendisini gösteren tarihsel bir ihtişamla karşı karşıya kalırsınız.
İnönü, “Batıya karşı sonuna kadar açık olacağız çünkü Batının kökü dışarıda olduğundan bu kökü istediğiniz zaman kesip atabilirsiniz” diye düşünmüştü. Kendi kültürünüze karşı açık olduğunuz zaman ise bu kültürün kökü içeride olduğu için onu milletin sinesinden kolay kolay kesip atamazsınız. Bir yönüyle İnönü’nün dediği oldu: Millet, kendi kültürü ve tarihi ile buluştu. Artık bu buluşmadan vazgeçmek, bu süreçten geriye dönmek mümkün değildir.
Batı kültürünün hâkim olduğu bütün ülkelerde olduğu gibi bizde de kendi kültürümüze, kendi tarihimize ve kendi dinimize karşı bir direnç oluştu. Batının kültürel hegemonyası kendisini tahkim ederken Said Halim Paşa, Nurettin Topçu, Necip Fazıl Kısakürek veya Necmettin Erbakan gibi siyasetçiler ve düşün insanları bu hegemonya karşısındaki millî iddiayı hep diri tuttular.
Biz büyük bir milletiz. Büyük bir geçmişe sahibiz. Yeryüzünde kurulan imparatorlukların yarısından çoğunu kurmuş ve yönetmiş bir milletiz. Bu kültürel birikim, Osmanlı Devleti’nde tam bir adalet ve merhamet medeniyetine dönüşmüştür.
Batılıların hakimiyeti geçicidir. Biz kendi özümüze dönersek bağımız bir ruhla güçlü bir devlet kurabiliriz. Bilim ve teknoloji insanlığın ortak malıdır. O hâlde her millet kendi değerleri ile kalkınabilir, hatta Batılı sömürgecilere meydan okuyabilir.
2002 yılında Recep Tayyip Erdoğan ülkeyi yönetmeye başladığında Batılı sömürgeciliğin Asya ve Afrika ülkeleri için çizmiş olduğu kadere teslim olmamıştı. Büyük bir imparatorluğun varisi olan bir ülkenin lideri olarak her konuda büyük düşünmeye başlamıştı.
Bunun sonucu olarak ulaşım ve lojistik altyapısı Almanya ölçeğinde gerçekleştirilmiş, sağlık altyapısı dünyanın en gelişmiş ülkeleri ölçeğinde ele alınmış, enerji ekosistemi bugün Türkiye’yi gaz ticareti yapacak bir seviyeye taşımış, eğitim altyapısı bütünüyle tamamlanmış, sanayi alanına yapılan yatırımlar Türkiye’nin ihracat kapasitesini arttırmış, savunma sanayi altyapısı kendi ordumuzun taleplerini karşılamakla kalmamış aynı zamanda ihracat kabiliyeti kazanmıştır.
Şimdi Türkiye’nin bütün unsurlarının büyük düşünme zamanı gelmiştir. Akademik kadrolar, köle ruhundan kurtulup büyük bir devlete yakışır üretimler yapmalıdır. Sivil toplum örgütleri kendilerini ülke ölçeğine göre yeniden şekillendirmelidir. Bürokratlar, kendi küçük dünyalarından çıkıp bu yeni ölçeğe uygun bir şekilde hareket etmelidir.
Ülkenin tüm alanlardaki altyapı ihtiyacı giderilmiş olduğundan şimdi bu altyapı üzerine büyük bir Türkiye vizyonu koymanın zamanı gelmiştir. Bu açıdan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ülkenin lideri olarak geçirdiği yirmi yıllık siyasi serüveni herkese ilham vermeye yeterlidir. Kendisi büyük düşünmüş, büyük adımlar atmış ve sonuçta ortaya büyük Türkiye vizyonu çıkmıştır.
Şimdi sıra milletçe büyük düşünmekte ve bu dünya ölçeğine göre hazırlanarak Türkiye yüzyılı devrimini gerçekleştirmekte!