Deprem ülkesi olmanın gereği nedir?
Kendimi, ailesinin bir üyesi yıkıntıların altında kalmış, enkaz başında bekleyen bir kişinin yerine koymaya çalışıyorum ve “O anda ne hissederdim?” diye soruyorum. Sevdiklerimin hemen, ama hemen kurtarılmasını isterdim. Ne “Bu millet büyüktür; bunun altından da kalkar!” diye düşünürdüm ne yetkililerin “Tamam, organize olduk; yardım geliyor!” açıklamalarını duyardım. İstediğim tek şey, üst üste yığılmış, yufka öbeği haline gelmiş binanın koca kolanlarının, devasa duvarlarının, tavanlarının, tabanlarının kaldırılmasını sağlayacak bir iş makinesi ve yüzlerce kişi olurdu.
“Deprem ülkesiyiz” ifadesinin sonucu nedir? Jeoloji (yer bilimi) ister “kesin bilim” sayılsın ister astronomi, fosillerle uğraşan paleontoloji, biyoloji, arkeoloji gibi “tarihsel bilim” sayılsın, pazar gecesinden sonra aile üyelerinin yıkıntıların altından kurtarılmasını bekleyen on binlerce kişi için, “deprem ülkesi” olmanın tek sonucu vardı; arama ve kurtarma çalışmalarının hemen, ama hemen başlaması. Dokuz fakültede, dört yıllık lisans eğitiminden sonra her yıl 1250 jeolog mezun eden 500’e yakın bilim insanı, kendi derneklerinin yayın organındaki bir makalenin başlığını ödünç alarak söylersek, “İşsizliğe mezun vermek” yerine, bir deprem sonrası yönetim bölümü ihdas ederek sorunu halledebilecek bir çözüm üretilmesine öncülük edemezler miydi?
Gözümüz yollarda, Azerbaycan’dan, ABD’den, Japonya’dan, Kore’den, Avrupa Birliği’nden gelecek arama ve kurtarma ekiplerini bekledik. Uluslararası dayanışma, hele böyle son iki asırda benzeri olmamış bir felaketin ertesinde, ülkelerin cömert yardımı, araçları-gereçleri ve özel eğitilmiş köpekleriyle, uçaklarından inen uzmanların gerçekleştirdiği dayanışma, acımızı hafifletmese bile, “İnsanlık ölmemiş” yargısı ile bir kalp sıcaklığı veriyordu. Çifte depremin ardından bizimle bu dayanışmayı gerçekleştiren 20 küsur ülkeye minnettarız. Onlar da biz de siyasal kaygıları bir kenara bıraktık, yardımlarını minnetle kabul ettik.
Ama bu bizim hâlâ “Deprem ülkesiyiz” ifadesinin sonucunu bilip bilmediğimiz meselesini ortadan kaldırmıyor. Kimine göre, deprem ülkesi olmanın birinci sonucu, belki iki asırda bir olan büyüklükteki bu son çifte depreme değilse bile mesela bir Gölcük Depremi’nin arama-kurtarma sorununu tek başına çözebilecek ölçüde yetişmiş ve sürekli istihdam edilmekte olan arama-kurtarma ordusuna sahip olmamızı gerektiriyor. TSK da sürekli çatışma halinde değil; ama “Güvenliği önemli ülkeyiz” ifadesinin sonucu olarak sürekli istihdam halinde koca bir ordumuz var. (İsviçre ordusu sürekli istihdam edilmiyor, mesela.) Kimine göre deprem ülkesi olmanın gereği, bitişik nizam inşaata son vermektir; kimine göre Japonya gibi yıkılmayan binalar yapmaktır; kimine göre de bunların hepsi!
“Siyasal tartışmaları bir kenara bırakalım!” safsatasını tekrarlayacak değilim; siyaset her şeydir. Kentsel dönüşüm projelerinin mahkemeler yoluyla iptal edildiği bir ülkede yaşadığımızı unutmayalım. “Deprem ülkesiyiz” ifadesinin sonucu da her şey gibi siyasetin görevidir ve tez zamanda parti programlarında yerini almalıdır.
Son afetin boyutuna bakılırsa, parti programlarının en çok dikkat edilecek bölümü olmaya da adaydır.