Dostlar, düşmanlar ve ulusal çıkarlar üzerine
Bu sütunda kendisini sık sık rahmetle andığım Prof. Dr. Fahir Armaoğlu, benim hem SBF’de hocamdı hem de Tercüman gazetesinde bir süre birlikte çalıştığım bir yazardı. Kısaca “Siyasi Tarih” dediğimiz ama kendisi hiç de kısa olmayan (1006 sayfa!) 1914-1995 arasında dünya diplomasi tarihini analiz eden kitabı, daha uzun yıllar Türkiye’nin dış ilişkilerine hem ışık tutacak hem de yön verecektir.
Fahir hoca, Kurtuluş Savaşı ve hemen akabinde kuruluş dönemini anlatırken, sık sık “Savaştan hemen sonra genç Cumhuriyet’in Yunanistan ve İngiltere ile neden çok sıkı bir dostluk ilişkisine girdiği” sorusuna muhatap olduğu için olacak, bu bölüme şu girişle başlardı:
“Ulusların husumetleri, bireyler gibi kin ve nefrete dönüşmez; menfaat dengesine dönüşür. Gerçek liderler, uluslarının hak ve muamele eşitliği sağlandığı anda, her türlü husumeti ve olsa bile kişisel kin ve nefretlerini unutur, ülkelerinin çıkarını ön plana alarak, husumeti güvenlik anlayışına temel yaparlar.”
NATO ittifakının sağladığı ve bir dönem göz b oyayıcı bir rehavete indirgenmiş olan ulusal güvenlik anlayışımızın son on yıllarda kat ettiği mesafe, Türkiye’yi artık Fahir hocanın boyutlarını ifade ettiği türden bir dengeli siyaset lüksüne eriştirmiş bulunuyor. Bir ülke için, husumetin yarattığı kaygı ortamında yaşamak ne kadar sakıncalı ise, dengeli siyaset olanağının vereceği aşırı özgüven de aynı derecede sakıncalı olsa gerek.
Bu dengelerin hassasiyetle gözetildiği yıllara, 1916-1946 arasına yeniden bakacak olursak, genç rejimin bir taraftan uluslararası düzenin ticaretten, maliyeye, bütün süreçlerine hızlı bir entegrasyon sağlamaya çalışırken, diğer taraftan da üretim ve kendine yeterlik, mali egemenlik gibi alanlarda tam bir mutlak otorite sahibi olmayı gözettiğini görürüz. Zaman zaman denklemin bazen bir tarafında, bazen öteki tarafında aşırılıklar olmuştur; ancak bu hiçbir zaman temel ilkeden fedakârlık haline dönüşmemiştir. Örneğin ne beş yıl İstanbul’u işgal altına tutan İngiltere, ne de üç yıl Batı Anadolu’yu işgalinde tutan Yunanistan hakkında ulusal kin ve nefret oluşmasına izin verilmiştir. Aynı dengeli siyaset Osmanlı devlet adamlığının bir hasleti idi. 1821-1922 arasında 5 milyon Müslüman, Balkanlar’da ve Kafkaslar’da katledildiği halde, imparatorluk, 1832’de Yunanistan’ı, 1918’de Ermenistan’ı tanımıştı.
Bu bize kalıcı bir nefret ve kin ile devletlerin ulusal çıkarlarının gerektirdiği dengeleri gözetmesi arasındaki ince çizgiyi gösteriyor. Bu çizgiyi gözetebilmek, kabul etmek gerekir ki, güçlü milletlerin bir imtiyazıdır. Uluslararası ilişkilerde geleceği kestirmek, ona yön vermek sadece güçlü olan tarafa aittir. Napolyon, “Fransa gücü elde etmek için çok uğraştı; şimdi onu kimseyle paylaşamaz” derken, bu geleceğe yön verme imtiyazını kastediyordu.
Ülkelerin gücü sadece orduları ve ekonomileri ile ölçülmüyor; milli birlik ve onun için kişisel hırslardan vaz geçebilecek bir yurtseverlik bu gücün temel taşını oluşturuyor.