Evlatlarımız gözümüzün önünde eriyip giderken…
- Biliyorum bu kadar uzun yazı okunmaz diyenler çıkacaktır.
Oturup sosyal medyada saatler geçirmek varken şimdi beş dakika boyunca bu yazıyı mı okuyacağım diyorsan, işte bu yazı tam senlik.
Temmuz ayının gündemi oldukça yoğun.
Mısır ile Türkiye arasında tekrardan başlayan ilişkiler, 11-12 Temmuz tarihleri arasında gerçekleşecek olan NATO Liderler Zirvesi, Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında gerçekleşen görüşme, Erdoğan’ın BAE’ye gerçekleşecek ziyareti ve temmuz ayı sonunda Mısır Devlet Başkanı Sisi’nin muhtemel Türkiye ziyareti.
Ama bu Temmuz sıcağında içimi kavuran, geleceğe dair ümitlerimi tarumar eden öyle şeyler yaşanıyor ki tarifi mümkün değil.
Maalesef ülkenin her bir şehrinde, kasabasında ve köyünde evlatlarımız ellerindeki cep telefonları üzerinden sosyal medya çöplüğüne dalıp, saatlerce vakit geçiriyorlar.
Bu konuda farkındalık oluşturmaya gayret eden birçok kişi ya da kurum mevcut, lakin bu çabaların soruna ne kadar tesir ettiği müphem.
Ahmet Haşim sağ olsaydı ne yazardı?
Ahmet Haşim ‘Müslüman Saatinden’ isimli yazısını bugün kaleme alsaydı acaba ne yazardı çok merak ediyorum.
Haşim, söz konusu yazısında Müslümanın bir gününü “Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziyaları tayin eder. Zaman sonsuz bahçe ve saatler orada açan, gâh sağa gâh sola meyleden güneşten rengârenk çiçeklerdi.
Yabancı saati kuşatmasından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, çeşitli vakitlerin kırmızı, sarı ve lâcivert ateşleriyle yol yol boyalı, azîm bir canavar hâlinde, bir gece yarısından diğer bir gece yarısına kadar uzanan yirmi dört saatlik ‘gün’ tanınmazdı. Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. Müslüman’ın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin olaylarını bu saatlerle ölçtüler” diye tarif ediyor.
Haşim, alafranga saatlerin yaşandığı zaman dilimini ise şöyle tarif ediyor; “Şimdi heyhat, eski ‘saat’le beraber akşam da fecir de bitti. Birçoklarımız için fecir, artık gecedir ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolanmış, kıvranırken buluyor.
Artık geç uyanıyoruz.
Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık.
Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor.”
İnsan sormadan edemiyor; Ahmet Haşim mezkûr yazısını 1921 yılında değil de bugünlerde yazsaydı acaba nasıl bir yazı kaleme alırdı?
Kalemini ya da klavyesini kullananlar ile parmağını kullananların mücadelesi
Yaşananları bir çerçeveye oturtmak gerekirse olan ve biten, okuyan, araştıran, kalemini alıp üreten ya da öğrendiğine kendinden de bir şeyler katarak sentezleyenler ile cep telefonu ve tabletler üzerinden TikTok medyasına saplanıp kalanların arasındadır.
Maalesef gezip dolaştığım taşrada, köylerde anne ve babalar çocuklarının eline daha 3-4 yaşından itibaren bir cep telefonu ya da tablet tutuşturmuş.
Neden mi?
Ağlayıp zırlamasınlar ve böylece ebeveynler de sosyal medyada huzurla vakit geçirebilsinler diye.
Zavallı yavrular o akılsız parlak nesnelerin içerisinde, saatlerce gözleri kan çanağı olmuş, gerçek hayattan kopmuş bir vaziyette gözümüzün önünde yitip gitmekteler.
Tam bunları kaleme alırken, karşımda taze fasulye pişirmeye hazırlanan yaşlı anama, hafızlık eğitimini almaya kaç yaşında başladığını ve ne zaman bitirdiğini sorduğumda aldığım cevap yarınlara dair ümitlerimi kırıyor: Altı yaşında başladım, on yaşında hafız oldum.
Şimdi o yaşlarda elindeki cep telefonundan kafasını kaldıramayan, düşünme yetenekleri her geçen gün törpülenen, üflendiğinde bir yaprak gibi savrulmaya hazır ve sayıları milyonlarla ifade edilen evlatlarımız var bizim.
Bu bağımlılığın pençesine düşmüş evlatlarımızın birçokları için hastanelerde öğrenme güçlüğü ve dikkat eksikliği gibi teşhisler koyuluyor ama sonuç yine nafile.
Merak ediyorum, mesela cep telefonu, tablet ya da bilgisayar bağımlılığı ile baş gösteren öğrenme güçlüğü ve dikkat eksikliğine dair Sağlık Bakanlığı’nda nasıl bir istatistik var?
Bu istatistik doğrultusunda Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ile Millî Eğitim Bakanlığı ne gibi faaliyetler yürütüyor?
Yürütülen bu faaliyetlerin sonucunda nasıl bir iyileşme görüldü?
Söz konusu bakanlıkların internet sayfalarında yaptığım araştırmalarda, ekran bağımlılığı eğitimlerine dair birçok çabanın olduğunu görsem de sahada yaşanan felaketi görünce, acaba bu faaliyetler ‘bürokrasinin gereği yerine gelsin’ diyerek yasak savma kabilinden yapılan bürokratik işler mi diye sormadan edemiyorum.
Yine ziyaret maksadıyla gittiğim ilçe halk kütüphanelerinde gördüğüm manzara da pek iç açıcı değil.
Devletin gayretleriyle oluşturulmuş güzel kütüphanelerimiz yapayalnız.
Oysa yerel yönetimlerin zerre kültürel değer ihtiva etmeyen çalgı ve çengi ahenklerine olan ilgi adeta bendini yıkan sel misali…
Akşama kadar ‘…katılım sağladık’ diye biten mesajlar paylaşıp, yanlarında fotoğrafçı kafilesi ile gezenler ile bir kültürel iktidar alanı oluşturmayacağımızı ne zaman anlayacağız?
Yusuf Alabarda’nın Türkiye gazetesinde 10-07-2023 tarihli yazısından iktibas edilmiştir…