Fransa’da aşırı sağ zafere mi gidiyor?
Pazar günü Fransa’nın kaderini belirleyecek olan Fransa Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin ikinci turu düzenlenecek. İlk turda en çok oyu alan iki aday, mevcut Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ile aşırı sağcı Ulusal Birlik Partisi lideri Marine Le Pen, 20 Nisan’da canlı yayında karşı karşıya geldiler. Alım gücü, ekoloji, laiklik, Rusya- Ukrayna savaşı gibi can alıcı meselelerin masaya yatırıldığı tartışmada, Marine Le Pen 2017 yılına göre çok daha soğukkanlı davranarak iddialı bir tavır sergileyen Macron’a göre halka daha “sempatik” gözüktü.
Üçüncü kez Cumhurbaşkanlığı seçimlerine aday olan Marine Le Pen, aslında ilk turda Le Pen ailesinin sahip olduğu en yüksek oy oranını elde etti. Her ne kadar şu anda Fransa’nın büyük çoğunluğu tıpkı 2017 yılında olduğu gibi “aşırı sağın iktidara geçmesini engellemek” için gösteriler düzenlese de, aşırı sağın neden ve nasıl bu kadar güçlendiğini açıklamak gerekiyor.
Seçimlerin ilk turunda, aşırı sağcı üç adaya (Le Pen, Zemmour, Dupont-Aignan) toplam oyun %33’e ulaştığını yani her üç Fransızdan birinin aşırı sağ için oy verdiğini bir önceki yazımda belirtmiştim. Ancak Le Pen özelinde aşırı sağın güçlenişini açıklamak gerekirse bunun birçok sebebi var. Öncelikle Le Pen, babası Jean-Marie Le Pen’in Fransa’da “aşırıcı ve tehlikeli” olarak algılanan siyasi çizgisinden uzaklaşarak imajını tazeledi. “Front National” (Ulusal Cephe) olan parti ismini, “Rassemblement National” (Ulusal Birlik) olarak değiştirdi. “Birlik” kelimesi “cephe” kelimesine kadar çok daha birleştirici olduğu gibi “Front National” için Fransızcada “FN” veya aşırı sağ karşıtları tarafından “nefret” (haine) anlamına gelen “F-Haine” gibi kısaltmalar kullanılıyordu. Bir başka deyişle, Le Pen, nefretin, cepheleşmenin yerine daha birleştirici, kapsayıcı mesajlar vermeye başladı.
Le Pen’in bu kadar popüler olmasını açıklayan bir diğer ve en önemli sebep ise Fransa’nın ve dünyanın şu anda içinde bulunduğu salgın ve savaş gibi olağanüstü koşullar. Savaş ve salgın ortamlarında birlik, beraberlik, dayanışma mesajlarının yerini içine kapanık toplumlar, daha güvenlikçi ve ulusalcı ülkeler, bağımsızlık ve egemenlik fikirleri alır. Sözde dayanışma ideali üzerine kurulu AB ülkelerinin salgın döneminde birbirlerinin maskelerini nasıl çaldıklarını veya “göçmenleri sen kabul et, bana ne?” tavrı içinde olduklarını sizler de gördünüz.
2013’te yaşanan euro krizi, 2015’de patlak veren sığınmacı krizi, aynı yıl Fransa’da peş peşe yaşanan terör saldırıları, bu krizleri takip eden salgın ve savaş, Fransa’nın sınırlarını kapatması ve ordusunu geliştirmesi gerektiğine inanan, göçmen karşıtı, egemenlik ve bağımsızlık fikirlerini öncelik haline getiren kitleyi çok daha güçlü kıldı. Bugün Le Pen, halkın gözünde, Zemmour gibi söylemlerinin merkezinde nefret olan bir siyasetçiye göre çok daha ılımlı, Macron’a göre ise çok daha mütevazi bir aday. Elinde 5 yıllık Macron iktidarında artan öfke, ekonomik sorunlar, yanlış yönetilmiş bir salgın dönemi gibi sağlam kozlar var. Dış siyasette önerdiği Fransa’nın NATO’nun askeri kanadından çıkma fikri, AB’yi bir Uluslar Birliği’ne dönüştürme isteği, Rusya-Ukrayna savaşında NATO’nun ve AB yaptırımlarının Rusya karşısındaki etkisizliğini fark eden halk nezdinde de giderek daha çok yankı buluyor. Bu fikirlerini cezbedici ekonomik vaatlerle taçlandıran Le Pen, belki de zafere hiç bu kadar yaklaşmamıştı. Her ne kadar son gerçekleştirilen anketler, ikinci turda Macron’un oyların %56’sını, Le Pen’in oy oranının ise %44 civarında kalacağını gösterse de (2017’de bu oranlar Macron için %66, Le Pen için %34’tü!) sandıktan çok daha farklı bir sonuç çıkma ihtimali bu sefer çok yüksek. Sonuç olarak Macron, iktidarı boyunca aşırı sağa göz kırparak kendi canavarını kendi oluşturmuş oldu. İşte bu yüzden “demokrasi beşiği” Fransa’nın hiç başına gelmez dediğimiz bir sonuçla bugün karşı karşıyayız.