GURBETTEN “TÜRKİYE’DE YAŞAYAMAM” DİYENLERE MEKTUBUM

Okuduğunuz Yazı
GURBETTEN “TÜRKİYE’DE YAŞAYAMAM” DİYENLERE MEKTUBUM

İçerik

Bugün Erdoğan’ın bu sözlerinden yola çıkarak ülkedeki gençlerin çoğunun Türkiye’yi terk etmek istediklerine dair bir algı oluşturulmaya çalışıldığını görüyorum.

Peki, Türkiye’yi terk etmek, daha “cazip” gibi gözüken dünyaları keşfetmek nasıl bir duygu?

Aslında konu hakkında türlü dil ve kültürlerde, tecrübeye dayanan birçok ibretlik söz ve tabir mevcut : “Davulun sesi uzaktan hoş gelir”, “Komşunun bahçesindeki çimler her zaman daha yeşil görünür”, “Komşunun tavuğu, komşuya kaz görünür”…

Fransa’ya üniversite eğitimim için ilk kez ayak bastığımda henüz 19 yaşındaydım. Özellikle Paris’te Edith Piaf’ın şarkılarındaki gibi “tozpembe” bir hayat sürdüreceğime inanıyordum. Ancak teori ve gerçek o kadar farklı oluyor ki! Fransa maceramın ilk 6 ayı korkunç tecrübeler edinmekle geçti. Ufacık bir stüdyo kiralayabilmek için otel köşelerinde süründüm; bana sadece Türk’üm diye evini kiralamak istemeyen türlü ahlaksızın ayrımcılık ve ırkçılığına maruz kaldım; ilk kiraladığım stüdyonun sahibi yabancılığımdan ve gençliğimin naifliğinden istifade ederek binlerce avro depozitomun üzerine kondu…

6 ayın sonunda belki de 20 yıl yaşlandım. Paris’e 19 yaşında bir genç kız olarak ayak bastıktan sonra yalnız başıma geçirdiğim 6 ayın sonunda 40 yaşında bir kadının olgunluğuna eriştim.

Bu süre sonunda bir gece annemi hüngür hüngür ağlayarak “evet biliyorum Sorbonne’a kabul olmak büyük başarıydı ama ben burada yapamıyorum, ülkeme dönmek istiyorum” dedim. Annem ise bana hayatımda hiç unutamadığım bir cevap verdi : “Eğer bir gün Türkiye’ye döneceksen bunu pes ettiğin için değil tercihin olduğu için yap. Eğer bavulunda bir başarısızlık hikâyesi ile dönersen bu kalbinde hep bir ‘keşke’, hep bir yara olarak kalır”.

Ben de mücadeleye karar verdim. Fransa gibi Türkiye’den kültürel ve yaşam tarzı anlamında çok da farklı olmayan bir ülkede bile kendimi çok “yabancı” ve yalnız hissediyordum. Zaman geçtikçe ben de Paris insanına benzemeye başladım. Çok güleç bir genç kız olduğum için metroda insanlar bana bir uzaylıymışım gibi baktıklarından bir süre sonra yüzüm hiç gülmez oldu. Stresli hayatın ritmine ayak uydurabilmek için artık ben de yürümüyor, adeta koşuyordum – öyle ki yıllar sonra annem bana sürekli “kızım yavaş yürü biraz, acelen mi var?” der oldu-.

Kısa zaman sonra gurbette yapayalnız verdiğim mücadele sonuç verdi. Sorbonne’da çok yüksek notlar aldım ve çok iyi arkadaşlar edindim. Bundan aldığım cesaretle etrafımdaki çoğu kişinin “başarman imkânsız” demesine rağmen Fransa’nın en büyük Siyasal Bilimler okulu olan Sciences Po’nun sınavına girerek kazandım. Dijon kampüsüne kabul edilen ilk Türk öğrenci olduğum için okula ayak bastığım gün öğrencilerin verdiği tepkiyi hiç unutmuyorum : “Le Grand Turc est arrivé” (Büyük Türk geldi!). İşte zamanında Avrupa bizi böyle görüyordu ve ben bulunduğum her ortamda geldiğim milletin, tarihin üstün özelliklerini boynumda bir şeref madalyası gibi taşıyarak ülkemi temsil ettim.

Bütün başarılı eğitim hayatıma ve edindiğim geniş arkadaş çevresine rağmen Fransa’da bir türlü kendimi “evimde” ve yerimde hissedemedim. Akşam 8’den sonra dışarı çıkınca sokakların ıssızlığı, mesafeli ilişkiler, kasvetli hava, insanların soğukluğu…

En başlarda şuursuz bir “macera” gibi çıktığım bu yolculukta yavaş yavaş hem kendimi daha iyi tanıyor hem de ülkemin değerini daha iyi anlıyordum. En basit şeyleri bile deli gibi özler oldum. Her sabah okula giderken bindiğim Kadıköy-Karaköy vapurunda martı sesleri eşliğinde güneşe karşı simit yiyebilmek, ses ve ışığın adeta dans edercesine birbirine karıştığı caddeleri arşınlamak, denize karşı bir bankta otururken muzip bir kedinin gelip kucağıma kurulması, kahkahaların yükseldiği bir masada sıcak bir çay yudumlayabilmek…

Sonra çok daha farklı ve bilmediğim ihtiyaç ve sınırlarımın olduğunu bir gün doktorluk olunca keşfettim. Bir ara çok kilo verdim, saçlarım dökülür oldu. Sabah uyanacak halim bile yoktu. Doktora gittiğimde ve ona sorunlarımı anlattığımda bana nereli olduğumu sordu. Ben de “Türkiye” deyince bana hiç beklemediğim bir cevap verdi: “Sizde alışık olduğunuz ‘güneş ışığı’ eksikliğinden kaynaklanan bir yorgunluk durumu mevcut. Size her sabah suni bir güneş ışığı enerjisi sağlayacak ‘luminothérapie’ (ışık terapisi) tavsiye ediyorum”. Duyduklarıma inanamıştım. Hayatımda ülkemin güneşinin bile bu kadar önemli bir etkisinin olduğunu ve yokluğunda psikolojik ve fiziksel olarak bitkin düşebileceğimi işte o gün öğrenmiş oldum.

Tabii ki yurt dışına seyahat etmenin veya yaşamak için gitmenin sadece kötü özellikleri de yoktu. “Bir dil, bir insan” olduğu için öğrendiğim her dil, karşılaştığım farklı millet ve kültürden her insan bana başka dünyaların, bakış acılarının kapısını açtı, ufkum genişledi, hayata ve insanlara daha geniş bir pencereden bakar oldum ve de her şeyden önemlisi ülkemin kıymetini daha iyi anladım.

Kısa zamanda monarşiyle yönetilen Fas, post-komünist Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerde de eğitim ve staj için bulundum. Edindiğim deneyimler beni daha da olgunlaştırdı ama bir kez daha hiçbir ülkenin vatanımın yerine geçemeyeceğini iyice idrak ettim.

***

“Zaman her şeyin ilacıdır”, “zamanla alışırsın” derler ya, aslında bu gurbette hiç de öyle olmuyor. İnsan, çok gençken göz yumduğu önemsiz gelen birçok detaya yaş ilerledikçe daha çok önem verir oluyor, daha duygusallaşıyor, daha çabuk ağlıyor, daha korkuyor…

Fransa’ya ilk seyahat ettiğim yıllarda hiç uçaktan korkmazken zamanla “ya ülkemi, ailemi bir daha göremeden uçak kazasında ölürsem” diye tuhaf bir korku geliştirdim. Sonradan oluşmuş bu fobinin enteresan yanı ise uçağın Türkiye sınırlarına girmesiyle birlikte korkumun ortadan kaybolmasıydı.

Aynı şekilde Fransa-Türkiye arası ilk seyahatlerimde birkaç kez ilk başlarda bana çok tuhaf gelen bir sahneye şahit olmuştum. Uçak Türkiye’ye inince gurbetçilerden bazıları eğilip vatanlarının toprağını öpüyorlardı. Zaman ilerledikçe her ne kadar bu hareketi yapmasam da uçağın Türkiye sınırlarına girmesiyle birlikte gözlerim dolar ve istemsizce ağlar oldum.

19 yaşında bu kadar duygusal değilken, 30 yaşında dokunsan ağlayacak hale geldim. Fransa’nın en iyi gastronomik restoranında yemek yerken canım imambayıldı çeker, Eyfel kulesine bakarken bir demir yığını görür oldum. Eskiden bana heyecan veren her şeyin yerini yavaş yavaş bir özlem, hasret ve hüzün duygusu kapladı.

Fransa’da tabii ki sadece kötü anılarım olmadı. Çok kibar ve sevimli insanlarla da dostluk kurdum. Vatan sevgimden etkilenen onlarca yabancı arkadaşımı Türkiye’ye davet ettim. Bazıları Türkiye’ye yerleşti; bazıları Türkçe öğrendi; bazıları ise Fransa’da Türk dizisi seyreder veya Türk yemeği yer oldu. Her zaman herkese karşı ailem ve milletimden edindiğim terbiye, ahlak ve hoşgörüyle yaklaştım. Bundan etkilenen insanlar Türkiye’ye daha sıcak bakmaya başladılar. Benim, Batı’nın çıkarları için kullanılabilecek bir aparat olmadığımı anlayan Fransızlar vatan sevgimden dolayı bana saygı duydular. Ben de birçok konuda onlara karşı çıksam da her zaman saygıyla yaklaştım ve Fransa’nın bana kazandırdığı güzel deneyimler, tanıdığı haklar için minnetimi ifade ettim.

***

Bugün Fransa’ya ilk ayak bastığımdan tam 17 sene sonra, hala burada kendimi “evimde” hissedemiyorum ve hala bir yabancıyım. Ancak yalnız başıma verdiğim bütün bu mücadele sonunda Fransızcamı izleyerek geliştirdiğim Arte kanalı artık beni Türkiye’yi tartışmak üzere konuşmacı olarak davet ediyor. Geniş bir ufka ve yaşımın çok daha ötesinde bir hayat tecrübesine sahibim. Ancak vatanım ve ailemden uzakta bunca sıkıntıya, üzüntüye, hasrete değer miydi diye bazen kendime sormuyor değilim.

Fransa’da çektiğim bu yabancılık duygusunu vatanıma, milletime, dini ve kültürel değerlerimize aşırı bağlılığım, bir başka deyişle muhafazakârlığıma bağlayanlar oluyor. “Belki sen de adını, soyadını değiştirip onların yediklerini sevip onların beğendiklerini beğenip onlar gibi olabilirdin” diyenler oluyor.

Bu düşünce, bana ismini gizli tutmak istediğim, Fransa aşkı sebebiyle Türkçe ad ve soyadını Fransızca ad ve soyadla değiştirmiş bir beyefendi ile zamanında yaptığımız sohbetleri hatırlatıyor. İdeolojik olarak birbirimizle çok zıt fikirlere sahip olsak da çok kültürlü biriydi. Yaşı bir hayli ilerlemiş olmasına rağmen genç ve dinamik bir ruha sahipti ve ayaklı ansiklopedi gibiydi. Tam bir Fransa aşığıydı ve Fransa ile oturur Fransa ile kalkardı. Türkiye’de Erdoğan rejiminin en büyük muhaliflerinden biri olmasına rağmen saygılı bir insandı, kimseyi incitmezdi. Maalesef bu beyefendiyi 2019 yılında koronavirüsten kaybettik. Sosyal medyadaki yakınlarından öğrendiğim kadarıyla, koronavirüse yakalandığında “ilerlemiş yaşı sebebiyle” âşık olduğu Fransa’da kendisine gerekli tedavi sağlanmadı ve adeta evinde yapayalnız ölüme terk edildi. Merhumun arkasından kendimi şöyle düşünmekten alıkoyamadım : “Acaba hastalığa çok eleştirdiği Erdoğan’ın Türkiye’sinde, gerçek vatanında yakalanmış olsaydı, bugün hala yaşamak için bir şansı olabilir miydi?”.

Türk basınına hiç yansımayan ama bir Müslüman olarak yabancı bir ülkede ne kadar korkunç durumlarla karşı karşıya kalabileceğinize dair bir başka hikâye daha anlatmak istiyorum. Fransa’da bir okulda 6 yaşındaki Arap asıllı Amine ve Fransız Lucile oyun oynarken, Lucile ayağıyla bir böceği ezer. Amine çocuk kalbiyle hayvana acır ve Lucile’e tepki göstererek : “Yaptığın güzel değil, Allah seni çarpar” der. Lucile karşılık olarak “Allah yoktur” der, Amine “Tabii ki var” diye cevap verir. Tartışma alevlenir, Lucile Amine’e tekme atar ve Amine de Lucile’e karşılık verir. Akşam Lucile olayı ailesine anlatır ve okul da İslam karşıtlığının had safhaya ulaştığı Fransa’da Amine’in ailesini 6 yaşındaki çocuklarının “bir başkasını kendi dinine sokmaya çalışması” (prosélytisme) gerekçesiyle okula davet eder.

Yurt dışında yaşarken hiçbir zaman kendinizi “özgür” hissedemezsiniz. Söylediğiniz yanlış anlaşılabilecek bir söz, eğreti bir davranış, ufacık çocuğunuza kendi dünya görüşünüze ve değerlerinize göre verdiğiniz eğitim, hatta en basitinden “adınız” bile başınıza dert açabilir. İstediğiniz kadar Batılılar gibi giyinin, alkol alın, domuz yiyin, onların gözünde hiçbir zaman “onlardan” değilsinizdir. Hatta onlara benzemeye çalıştıkça çoğunun bakışında alaycı, küçümseyici ve aşağılayıcı bir ifade oluşur. Burada gerçekten sorunsuz bir şekilde var olmanızın tek çözüm yolu “başarmak” ve bütün sorun, engellere rağmen “kendiniz kalabilmek”tir. Farklı değerlere sahip ancak başarılı bir yabancı, Batı’da her zaman Batılılara benzemek için kılıktan kılığa giren başarısız ve kimliksiz taklitçilerden daha çok takdir toplar.

“Türkiye’de yaşayamam” diyenler, unutmayın ki bülbülü altın kafese koymuşlar “ah vatanım” demiş. Vatandan uzakta vatanın sorunlarını, trafiğini, gürültüsünü, siyasi kavgalarını bile özler oluyorsunuz. Kendinizi “sudan çıkmış balık” gibi hissetmeden, kendi suyunuzun içinde mutlu ve huzurluca yüzmeyi öğrenin.

Yoksa başka okyanuslarda yolunuzu kaybedebilir, yanı başınızda kimse olmadan kıyıya vurabilirsiniz.

Yazı Hakkında ki Düşünceniz?
Çok Beğendim
100%
Beğendim
0%
Orta Karar
0%
Sevmedim
0%
Hiç İyi Değil
0%