Nahel’in doğduğu ve öldüğü Fransa
İstisnasız bütün dünya, günlerdir Fransa’da polis tarafından öldürülen Nahel’i ve ardından kısa sürede ülkeyi yangın yerine çeviren hatta Avrupa’nın başka ülkelerine de yayıldığı için, “Avrupa baharı” olmakla nitelendirilen isyan olaylarını konuşuyor. Fransa gibi bütün dünya da şokta. Nasıl olur da bir demokrasi ve insan hakları modeli olan Fransa’da artık bugün, 17 yaşında bir genç sırf polis kontrolü esnasında “dur” ihtarına uymadığı gerekçesiyle, Fransız polisi tarafından vurularak öldürülebiliyor? Sokağa kimler döküldü? Sorun tam olarak nedir?
Öncelikle olaylar “göçmenlerin Fransa’ya tepkisi” gibi değerlendirilse de şu açıklamayı yapmakta fayda var. İsyancıların büyük çoğunluğu 30 yaşını geçmemiş ve Fransa’da doğmuş, büyümüş yani Fransız vatandaşı olan gençlerden oluşuyor. Bu nedenle her ne kadar büyük kısmının ailesi “göçmen kökenli” olsa da sokağa dökülen gençlerin tepkisi “sömürgeci Fransa’ya” değil, içinde yaşadıkları “ırkçı, dışlayıcı, ayrımcı ve baskıcı Fransa’ya”. Bahsedilen ırkçılığa somut bir örnek vermek gerekirse, kendisi de göçmen kökenli olan Jean Messiha adlı aşırı sağcı siyasetçinin, Nahel’i öldüren polisin ailesine yardım için başlattığı destek kampanyasında, 1,6 milyon euro’dan fazla bağış toplandı. Birçok sosyal medya kullanıcısı bu duruma, “Düşünsenize, artık her sabah sadece Arap bir çocuğu öldürdü diye hayatına 1,6 milyon euro ile devam edecek bir polisin yaşadığı Fransa’da gözlerimizi açacağız.” diye tepki gösterdi. Bu durumu haklı çıkarmaya çalışan Fransızlar, Nahel ve sabıka kaydı hakkında türlü yalanlar ürettiler. Hâlbuki Nahel suçlu bile olsa, seri katiller, tecavüzcülere bile adil yargılanma hakkı veren bir ülkede, gencecik bir çocuğun da cezası asla ölüm değildi. Buna bir mazeret göstermek, ırkçılıktan başka bir şey değil.
Her ne kadar Fransız hükümeti yetkilileri olaya üzülmüş gibi yapsa da, Nahel’in öldürülmesinden bahsederken hiçbiri, “cinayet” ifadesini kullanmadı. Olay medyada “dram” olarak lanse edildi. Hükümet yetkilileri aylardır hazırladıkları, toplumu ayrıştıran, fişleyen, baskı altına alan yasa tasarıları üzerine düşünmek ve sokağa dökülen gençlerin düşüncelerine kulak vermek yerine, olaylardan, “çocuklarını iyi eğitmeyen” aileleri sorumlu tutmayı tercih ettiler. Macron, “işler kontrolden çıkarsa” sosyal medya iletişiminin bile kesileceğini söyledi.
Oysa bugün gençliğini dinlemeyen, ailelerinden sokağa çıkmalarını yasaklamalarını isteyen Fransa, Gezi Parkı olayları sırasında sokağa dökülen Türkiye’deki gençliğin “demokrasiyi yeniden icat ettiğini” düşünüyordu. “Polis şiddeti” diye servis ettiği görüntüleri “endişe ile takip ettiğini” söylüyordu. Olaylar karşısında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın haklı eleştirileri sonrasında, Fransız medyası Türkiye’yi, Fransa’ya meydan okumaya çalışan bir “dış güç” olarak tanıtmaya başladı.
Tıpkı 2005 banliyö olayları gibi, bugün yaşananlar da Fransa’nın neredeyse 20 yılda hiç yol kat etmediğini hatta geriye gittiğini gösteriyor. Yanlış entegrasyon politikasından asimilasyona doğru evrilen dışlayıcı siyaset, Fransa’yı daha önce de bir yayınımda ifade ettiğim gibi, “her an patlamaya hazır düdüklü tencereye” çevirdi. Zaten bundan birkaç yıl önce emekli generaller Macron’a, bir “iç savaş” uyarısında bile bulunmuştu. Fransız hükümeti olaylardan gerekli dersi çıkarmak yerine, toplum üzerindeki kontrol ve baskıyı arttırma peşinde.
Fransızların bir kısmı, banliyöde yaşayanlara yeterince yardım edildiğini ancak onların “sorunlu ve suça meyilli” olduğunu düşünüyor. Öte yandan görmedikleri veya görmek istemedikleri bir gerçek var. Banliyöde yaşayan ve bu tarz bölgelerde doğup büyüyen gençler, eğitimden iş hayatına kadar, hayatlarının her evresinde türlü zorluklarla karşılaşıyorlar. Her ne kadar Fransız vatandaşı olsalar da onlara bir şekilde, hep “kökenleri” hatırlatılıyor. Ten renkleri nedeniyle polis kontrolüne sadece onlar tabi tutuluyor. İş ararken CV’leri sadece isimlerine bakılarak eleniyor. Eğitim hayatlarında ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar, birçoğunun büyük okullara gitmeleri konusunda şevki kırılıp yolu tıkanıyor.
Sonuç olarak karşımıza birbiriyle birlikte yaşayan ancak birbirini hiç tanımayan iki Fransa çıkıyor.
Birincisi hayallerin Fransa’sı: Edith Piaf’ın şarkılarını söylediği, Verlaine’in şiirlerini, Victor Hugo’nun romanlarını yazdığı, café’lerinde uzun sohbetlerin yapıldığı, Eyfel kulesinin saat başı ışıl ışıl parladığı, “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganının mucidi, milyonlarca turistin akın ettiği, hayal kurduğu, aşk yaşadığı, hoşgörülü, çok kültürlü Fransa…
İkincisi ise göz ardı edilen gerçeklerin Fransa’sı. Yediği miras tükenen, ekonomisi geriye giden, toplumu gün geçtikçe ayrışan, asık suratlı insanların ayak sürterek işe gittikleri, yüksek vergili, yoğun stresli, Öteki’ni sevmeyen, kendini üstün gören, farklılıktan rahatsızlık duyan, dışlayan, hor gören ve herkesi kendi formatına sokmak isteyen Fransa…
İşte genç Nahel, birinci Fransa’yı belki de hiç tanıyamadan, ikinci Fransa’da yaşadı ve öldü(rüldü).