NEYİ MUHAFAZA ETMELİYİZ?
Paris’te geçirdiğim ilk aylarda uzun süre insanları ve yaşam tarzlarını gözlemledim. İsteyen istediğini giyiyor, yiyor, istediği insanla, istediği yere gidiyor ve kimse buna karışmıyor, kimse kimsenin hayatına müdahale etmiyordu. Bu tabii ki dıştan bakılınca çok cazip gözüküyordu.
Ancak bu hayatların daha da derinine indikçe özgür Batı insanının ne kadar yalnız ve bütün materyal zenginliğe rağmen ne kadar mutsuz olduğunu fark ettim. Özgür kılınmak istenen çocuklar, 18 yaşına bastığında evlerini terk ediyor, aileleriyle aralarına mesafe koyuyorlardı. Yaşlı ebeveynlerin çoğu yaşamlarını huzurevlerinde veya evlerinde yapayalnız kedi, köpekleriyle sürdürüyorlardı. Aile bağlarının gittikçe zayıfladığı bu yaşamlarda, bütün maddi konfora rağmen, manevi boşluk, psikolojik sorunlar had safhadaydı.
Zaman geçtikçe ben de Fransa’da ne kadar yalnız olduğumu anladım. Evet eve istediğim saatte girip çıkabilmek, kimsenin benden hesap sormaması bir özgürlük gibi gözükebilirdi ama zamanla bu “bireysel” dünyanın kötü yönlerini de keşfetmeye başladım. Sokakta başınıza bir şey gelse, bir kişi bile arkasına dönüp “acaba ne oluyor?” diye bakmıyor, başına dert açmak istemiyordu. Yürürken insanların “boş ve ilgisiz” bakışları bile ürkütücüydü. Kalabalıkta yalnızlık çekmeye başladım. Sanki vardım ama diğer bireylerin gözünde yoktum.
Küresel düzene ayak uydurmaya çalışan Fransa, gün geçtikçe daha da “özgür” olmak istiyordu. Eşcinsel evliliğe evet dedi. Kısa bir süre sonra ülkede yeni polemikler başladı. Okullardaki formlarda “anne-baba” hanelerinin yerini “Ebeveyn 1-Ebeveyn 2” haneleri aldı. “Ecole maternelle” (anaokulu) ifadesinin değiştirilmesi gerektiğine dair tartışmalar baş gösterdi. Cinsiyet kadar “anne-baba” kavramları hatta “aile” kurumu bile yok edilmeye çalışılıyordu sanki.
Ülkede eşcinsel evlilik ve eşcinsellerin evlat edinmesiyle başlayan evrim sonrasında ünlü Fransız tarihçi Dominique Venner, bir zamanlar Katolik dünyasının kalbi olan Notre Dame Katedrali’nde intihar etti. “Üzerimizdeki ataleti atmak için kendimi kurban etmem gerektiğine inanıyorum… Uyuyan bilinçleri uyandırmak için kendimi öldürüyorum” diyordu son mektubunda.
Bu intihar, toplumun içinde bulunduğu buhranı da temsil ediyordu aslında. Bir yanda, “kırmızı çizgileri” olan, bazı değer ve kavramların asla kaybolmaması için mücadele eden umudunu yitirmiş bir muhafazakar kitle, diğer yanda, bu kitleyi cehalet ve gericilikle suçlayan, sözde ilerici ve özgür, “çağdaş” kitle.
Özgürlüğün sınırı neydi? Annenin, ailenin, cinsel kimliğin, inancın olmadığı bir toplumda bir birey ne kadar sağlıklı gelişebilirdi? Bireyi sözde “özgürleştirmek” adına onu daha da yalnızlaştıran, Yaratan’dan, ailesinden hatta kendisinden bile uzaklaştıran gücün amacı, aslında onu daha da güçsüzleştirerek daha da iyi kontrol edebilmek değil miydi?
Türkiye’de İslam, dini hayatı olduğu kadar kültürümüzü ve değerlerimizi de derinden etkilemiştir. Hepimizi küçüklere sevgi, büyüklere saygı, birlik, beraberlik, dayanışma, paylaşma gibi ortak değerlerde buluşturmuştur. “Yaratılanı severim, Yaratan’dan ötürü” felsefesiyle yoğrulduğumuz coğrafyada “Gel Gel Ne Olursan Ol Yine Gel” demiştir Mevlana’lar. Farklılıklara saygı, hoşgörü, kültürel çeşitliliğe rağmen birlikte yaşama kültürü, ülkemizde topluma empoze edilen yasalardan çok daha öte, kanıksanmış bir yaşam biçimidir.
Küreselci akımın tehdit ettiği yeni dünya düzeninde ülkemizde, dinimiz ve kültürümüzün bizi birleştirdiği ortak değerleri muhafaza edemezsek, bizler de bu ırmağın sularına kapılır, kayboluruz. Kaldı ki İslam coğrafyasında, ülkemiz bu “sonsuz özgürlük” safsatasına kafa tutabilecek son kale olarak kabul edilmektedir.
Özetle “özgürleşen” Batı insanı hiç bu kadar sisteme tutsak olmamıştı. “Özgür kadın” modelinin reddettiği annelik rolü nedeniyle çocuklar hiç bu kadar mutsuz olmamış; büyüyünce annelerini huzurevlerine terk eden çocuklar nedeniyle anneler hiç bu karar yalnız kalmamıştı.
Irak’ı “demokrasi” masalıyla işgal etmiş ABD gibi bugün de Küresel güç, bireylerin zihinlerini “özgürlük” masalıyla işgal ediyor.
Gerçek özgürlük “inanmak ve güvenmek”. Allah’a, anneye, babaya, milletine…
Akıntıya direnmeli, çocuklarımızı, ailelerimizi, kendimizi, dini ve kültürel değerlerimize sımsıkı sarılarak bu illetten korumalıyız.