Osmanlı’nın ilk dış borcundan IMF’ye son taksitin ödenmesine… 1854-2013 parantezi
Osmanlı 1854’te Kırım Savaşı’nın başında İngiltere’den 200 bin sterlin borç aldı. Bu maalesef bir milat ve Türkiye’de 2013 yılında IMF’yle yapılan son stand-by anlaşmasının son taksitinin ödenmesiyle kapanacak bir parantezin açılışıydı. Türkiye’nin IMF’ye olan borcunun son taksitini ödediği 14 Mayıs 2013 günü Türkiye’nin artık uluslararası sisteme ‘gebe’ olduğu dönem bitti. Mayıs 2013’teki Reyhanlı saldırısından başlayarak 15 Temmuz 2016 darbe girişimine kadar süren, FETÖ, PKK, DAEŞ terör örgütleri ve içerideki aparatlarla yürütülen baskının, bu meseleden bağımsız olduğu söylenemez.
Söz uçuyor, yazı kalıyor. Ama bazen kelimeler yetmiyor, o zaman da rakamlar her şeyi anlatıyor. 1299’da kurulan muhteşem Osmanlı İmparatorluğu yüzyıllar boyunca başka devletlere borç veren bir devlet oldu. Görkemli tarihine bakıldığında Osmanlı için borç almak onur kırıcı bir meseleydi. Ancak hem içeride artan kaos hem dışarıdan artan saldırılarla, devamında yıkılışa giden süreçte, Osmanlı 1854’te Kırım Savaşı’nın başında İngiltere’den 200 bin sterlin borç aldı. Bu maalesef bir milat ve Türkiye Cumhuriyeti’nde 2013 yılında IMF’yle yapılan son stand-by anlaşmasının son taksitinin ödenmesiyle kapanacak bir parantezin açılışıydı. 1881’de, 220 milyon Osmanlı Lirası’na varan dış borçlarını ve faiz yükünü ödeyemeyecek hale gelen Osmanlı İmparatorluğu’nda, 21 Aralık 1881’de Muharrem Kararnamesi ile dış borçları ödemek için vergi toplamak ve denetimi sağlamak, Düyun-u Umumiye’ye bırakıldı. 1914’te, I. Dünya Savaşı başladığında Osmanlı’nın kısa vadeli borcu 142 milyon sterlindi.
Ayrılıkçı uygulamalar
Osmanlı Devleti çöktükten sonra bu dış borcun en büyük kısmı Kurtuluş Savaşı’nı kazanan Türkiye Cumhuriyeti’ne kaldı. Anadolu topraklarını parçalayacak Sevr Anlaşması’nı reddederek bağımsızlık mücadelesini başlatan Türkiye Cumhuriyeti, Lozan anlaşmasıyla beraber 1912 öncesi borçların yüzde 62’sini, 1912 sonrası borçların yüzde 77’sini ödemek zorunda kaldı. Yaşanan ağır ekonomik sıkıntının yükü en başta büyük bir kısmı köylü olan Türk toplumunun sırtına yükselmişti. Sahip olduğu hayvandan, kullandığı yoldan, açıklaması dahi olmayan vergilerden bıkmış bir halk, ciddi anlamda artan bir cari açık vardı. 1929 Büyük Buhran’ı, ardından savaşa girmemiş olsak da İkinci Dünya Savaşı, Türkiye’de ekonomiyi iyice kötüleştirdi. Şükrü Saraçoğlu Hükümeti’nin Varlık Vergisi gibi ayrılıkçı uygulamalar bu dönemdeydi; borcunu ödemeyen gayrimüslimler Aşkale’ye sürgüne gönderildi. Ötesi pek konuşulmaz. Ama tarihe bu sayfada bir not düşelim. Canla, kanla kazandığımız Kurtuluş Savaşı sonrasında imzalanan Lozan anlaşmasında Türkiye işgalci ülkelere savaş tazminatı ödemeyi kabul etti.
Örneğin, Çanakkale Savaşı’nda uğradığı can ve mal kaybı iddiasıyla İngiltere Türkiye’den tazminat istemiş, Almanya’dan alacağı 5 bin altın Osmanlı lirası İngiltere’ye mahsup edilmiştir. Ama Türkiye yaşadığı can ve mal kaybı için ne İngiliz ne Fransız ne de İtalyanlardan tazminat talep etmedi, aksine onlara tazminat ödedi. Hatta Batı Anadolu’yu harabeye çeviren Yunanistan’ın verdiği büyük maddi ve manevi zarar kabul edilmiş, ancak Türk Heyeti’nin Başkanı İsmet İnönü şöyle demiştir: “…Şu anda Yunanistan’ın maddi durumu çok kötüdür. Türkiye’ye bir tazminat ödediği takdirde, bu Yunanistan için yıkım olur. Bu nedenle biz tazminat talebimizden vazgeçiyoruz.’ (Lozan, İstanbul Barosu Yayınları, Emekli Büyükelçi Taner Baytok’un Konuşması, sayfa 62-63.)
Düyun-u Umumiye’ye olan borcunun son taksitini, ilk borcun alınmasından tam bir yüzyıl sonra, Adnan Menderes Hükümeti döneminde 1954’te ödedi. Fakat Bonoya bağlı borcun ödenebilmesi 1989 yılına kadar devam etti. Ama o dönemde, 2. Dünya Savaşı sonrasında yeni dünya düzeni tamamıyla kurulmuştu. Her ne kadar Almanya’ya tank, silah ve mühimmat üretimi için kritik olan krom madenini satarak savaş döneminde Nazi Almanyası ile ekonomik ilişkilerini sürdürse de Türkiye ABD’den askeri ve ekonomik yardım almış; savaş sona ermeden kısa bir süre önce Almanya ile ekonomik ilişkilerini kesip savaş ilan ederek kazanan tarafta yer almıştı. BM üyesi olabilmek için San Francisco’ya giden heyete Türkiye’de çok partili dönemin başlayacağı sözünü vermelerini salık veren İsmet İnönü döneminde, Boğazlar konusunda görüşmeler sürerken Truman Doktrini kapsamında Marshall Planı ile ekonomik yardım almaya başladı. Bunların çok küçük bir kısmı hibe iken büyük bir kısmı borç ve beraberinde faiz yükü getiriyordu.
Yeni tavizler isteniyor
Marshall Planı’nın yerini 1951’de Mutual Security Act (Ortak Güvenlik Anlaşması aldı. Evet, yatırım ve ekonomik toparlanma için Türkiye’ye borç veriliyordu ancak karşılığında istenenler sadece Rusya’ya karşı askeri iş birliği ile bitmiyordu. Borcun iki şekli vardı: Doğrudan destek ve devamlı destek: Doğrudan destek alınan borç ile Amerikan ya da ABD dolarının kullanıldığı ülkelerden mal ithal etmek, dolaylı destek ise ABD’nin ekonomik destek verdiği ülkelerden ithalat yapmak. Yani dışa bağımlılık sürüyordu. ABD’nin Ankara Büyükelçisi’nin ABD Dışişleri ile yaptığı, arşivlerde kayıtlı yazışmalarda görüşülüyor ki, yapılan anlaşmalardan hızlıca vazgeçebiliyorlardı. Örneğin Zonguldak’ta ya da Sarıyer’de bir baraj ya da santral yapımı durdurulabiliyor, ancak Türkiye’yi uluslararası alanda sözüm ona “utandırmamak” adına başka bir borç yükü öneriliyor ya da başka bir askeri taviz istenerek devamı getiriliyordu. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes bazı baskılara direndiği için, Times gibi dergilerde hakkında gün aşırı yaralayıcı yazılar yayınlanıyordu. İnşaata doymuyor deniliyor, ekonomiyi kamçılıyor diye eleştiriliyor, oysa aslında Türkiye gelişiyor diye karalama kampanyasına maruz kalıyordu. İthalat dayatılıyor, üretim ve ihracat artınca müdahale geliyordu. “Yapısal reform” adı altında yeni bir taviz isteniyor, Türk ekonomisi borç verenin borç vermeyi ve faiz almayı sürdürebilmesi için biçimlendiriliyordu. Nitekim baskılar sonucu 1958’de Demokrat Parti döneminde ihtiyaç duyulan borca karşılık büyük bir devalüasyon yapılmak zorunda kalındı ve Türk lirası yüzde 220 oranında değer kaybetti. Aslında alınan borç da devalüasyonla birlikte hiçbir işe yaramadı ve sırtımıza dokuz kat büyüklüğünde bir borç ve faiz yükü bindi. Bu duruma alternatif arayan Menderes, hükümet bir yandan dışarıda Kıbrıs meselesi diğer yandan CHP ve asker iş birliği ile yürütülen kaos ile uğraşırken Rusya’ya yönelmeye karar verdi. Fakat malumunuz bunun üzerine 27 Mayıs 1960 darbesi yaşandı ve “demokratik” Türkiye’de bir başbakan asıldı.
7 Eylül Kararları
Aslında tek parti döneminde Recep Peker Hükümeti’nin ekonomik darboğaz nedeniyle “7 Eylül Kararları” olarak bilinen yaptığı ve TL’ye yüzde 40 değer kaybettiren devalüasyon da zaten gözden düşmüş olan CHP yönetiminin düşüşünün bir nedeni, dış borçlanmanın ve halkın sırtına binen vergi yükünün bir sonucuydu. Özetle Marshall Yardımı da Mutual Security Act kapsamında alınan borçlar da, IMF, Dünya Bankası 1944 yılında kurulan Bretton Woods kurumlarından geliyordu. Yani IMF ile Türkiye arasında başlayan borçlandırma/borçlanma süreci ilk stand-by anlaşmasından önceye dayanıyordu. Sözde “Hürriyet ve Demokrasi Bayramı” denilen 27 Mayıs 1960 darbesi Türkiye’ye güya huzur, barış ve istikrar getirecekti, “kardeş kavgası” bitecekti. Öyle olması, 1982 Anayasasına göre daha esnek denilebilecek 1961 Anayasası, “Tedbirler Kanunu” gibi yasaklarla despotik rejimi güçlendirirken Soğuk Savaş’ın etkisiyle sağ-sol çatışmalarına zemin hazırladı. Ama öte yandan 1 Ocak 1961 itibarıyla darbenin başı Cemal Gürsel 1 Ocak 1961’de Türkiye’nin IMF ile yaptığı ilk stand-by anlaşmasını imzaladı ve yeni bir döngü başladı. 1962, 1963, 1964 ve 1965’te İsmet İnönü hükümetleri, 1966, 1967, 1968, 1969 ve 1970’te Süleyman Demirel hükümetleri tam on yıl boyunca ardı ardına IMF ile yeni stand-by anlaşmalarına imza attı. 10 Ağustos 1970’te Süleyman Demirel başbakanlığındaki 32. Hükümet tarafından yeniden ağır bir devalüasyon yapıldı ve Türk Lirası yüzde 70’e yakın değer kaybetti. Ve tabii bunu 12 Mart 1971 askeri muhtırası izledi.
Bu yıllarda yeni bir stand-by anlaşması yapılmadı. Zira 1970’ler artık devalüasyonun sıklıkla yapılır hale geldiği ve Türk lirasının sürekli değer kaybettiği, ithalata bağımlılığın devam ettiği, alım gücünün düştüğü ve cari açığın şiştiği dönemlerdi. Bugün “düzeltme” diye kibarca tabir edilen devalüasyonlara o zamanlar “ayarlama” deniyordu. Ve nihayet, 1979 Nisan ayındaki yüzde 30’luk ve Temmuz ayındaki yüzde 88’lik devalüasyonu darbenin ayak seslerini duyuran 27 Aralık 1979 muhtırası izledi.
Bülent Ecevit başbakanlığındaki 42. Hükümeti müteakip başbakanlığı devralan Demirel, Turgut Özal’ı tam yetki ile donatarak tarihe “24 Ocak kararları” olarak geçen o döneme kadarki Cumhuriyet tarihinin en radikal istikrar paketini hazırlattı. Açıklanan paket yüzde 33’lük bir devalüasyon öngörmüştü. Bununla berber Süleyman Demirel hükümeti Ecevit döneminde müzakereleri başlayan Türkiye’nin en uzun süreli stand-by anlaşmasını 18 Haziran 1980 tarihinde imzalandı. Bu Türkiye’nin 1961’den itibaren imzalanan 13. IMF stand-by anlaşması idi. Fakat bunu artık şaşırtmayacak biçimde yeni bir kanlı darbe, 12 Eylül 1980 darbesi izledi. “Adaletsizlik” ! yapmayan, idam cezalarını “bir sağdan bir soldan” asarak uygulayan Kenan Evran diktası döneminde 1981’de 1 dolar 133 liraya, 1982’de 191 liraya çıktı. Doların yükselmesinin yanı sıra kurdaki belirsizlik faizleri artırdı ve bankerler krizi olarak hatırlanan kriz ve benzerlerinin yaşanmasına sebep oldu. 1983’te junta döneminin başbakanı Bülent Ulusu’nun yaptığı 14. stand-by anlaşmasını darbe sonrası seçimleri kazanan Turgut Özal’ın 1984’te yaptığı 15. anlaşma takip etti. Bu stand-by anlaşması 1994’te imzalanacak bir sonraki anlaşmaya kadar son IMF anlaşması idi. Turgut Özal Türkiye’yi başbakanlığı sürecinde IMF’siz idare etti; kurduğu ekonomik sistem Cumhurbaşkanı iken vefat ettiği 1993 yılına kadar sorunsuz işledi. Menderes döneminden sonra Türkiye’deki en büyük kalkınma süreci Özal döneminde yaşandı. İlginçtir ki Özal, içeride “devletçi-statist ya da etatist” ekonomik modelin yerine “serbest piyasa” modelini getirdiği için “liberal” olmakla eleştirilirken dışarıda, bugün tıpkı Recep Tayyip erdoğan’ın maruz kaldığı gibi “yeni-Osmanlıcılık” ile suçlanıyordu. İlk kez David Barchard tarafından 1985’te Chatham House raporlarından birinde Turgut Özal için kullanılan “yeni-Osmanlıcı” ifadesi ilk akla gelenin aksine Özal’ın dış politikası için değil esasen Türkiye’nin gelecekteki kalkınması üzerine bir değerlendirme üzerine kullanılmıştı ve sonraları yaygınlaştı.
Parantez kapanınca…
Yeniden siyasi krizler, kurulup yıkılan koalisyonlar, artan terör ve sosyo-ekonomik huzursuzluk sonucu 1994’te Türkiye’de yeni bir devalüasyon gerçekleşti ve Tansu Çiller’in “5 Nisan kararları” ile Türk Lirası yüzde 38 değer kaybetti. Bu bedel, 8 temmuz 1994’te on yıl aradan sonra imzalanan yeni IMF paketi için ödenmişti. Ne yazık ki bunu müteakip ülkeyi saran irtica söylemleri, medya üzerinden provokasyonlar, askeri vesayetin siyasete etkisi ve benzeri pek çok sorunla beraber ülkede zemin bir kez daha darbeye hazırlandı ve 28 Şubat 1997 Post Modern darbesi yaşandı. 28 Şubat sonrası Bülent Ecevit hükümetlerinin 1999, 2000 ve 2002’de imzaladığı IMF stand-by anlaşmalarındaki rakamlar tabiri cazise “kayışın koptuğunun” göstergesiydi. Türk lirasının düştüğü değer inanılmazdı. 1931’de 1 ABD doları 211 Kuruş iken 2001’de dolar kuru 1.069.000 lira olmuştu. 2002’de seçimleri ezici bir çoğunlukla kazanan Ak Parti yönetimi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yönetiminde ilk iş TL’deki “altı sıfır”ı kaldırdı. 2002’de 1 dolar 1.410.000 Lira iken 1.42 yeni Türk Lirası oldu. 2005’te ise 1.35 TL’ye geriledi. Mayıs 2005’teki son İMF paketinin ardından Türkiye bugüne kadar bir daha IMF’ye borçlanmadı. İşte bu yüzden Türkiye’nin IMF’ye olan borcunun son taksitini ödediği 14 Mayıs 2013 günü, 1854’te açılan bir parantezin kapandığı bir gün, Türkiye’nin artık uluslararası sisteme “gebe” olduğu dönemin bittiği milattır. Bu yüzden, 11 Mayıs 2013’teki Reyhanlı saldırısı, 16 Mayıs Erdoğan’ın ABD ziyareti ve en nihayetinde 28 Mayıs’ta, yani IMF’ye borcun bitişinin iki hafta sonrasında başlayan ve 15 Temmuz 2016 darbesine kadar süren, FETÖ, PKK, DAEŞ terör örgütleriyle, içerideki aparatlarla yürütülen baskının rastlantı olduğu söylenemez. Savunma sanayiinden barajlara köprülere yollara havalimanlarına inanılmaz bir büyüme ve gelişmeden geçen Türkiye bugün serbest kur rejiminde, başta Amerikalılar olmak üzere saldıranların da ifade ettiği gibi Türk Lirasına karşı saldırılarla karşı karşıya. “Beşli Çete” gibi yaftalamalarla Kamu-Özel sektör işbirliğinde pek çok firma ile anlaşma imzalayarak yapılan yatırımlar ağır eleştiri bombardımanı altında. Şimdi gün aşırı “IMF’ye gideceksiniz” diyerek algı operasyonu çekenlere, ellerini ovuşturanlara sormak isterim, IMF gidip de yeniden küresel sistemin borç-faiz sarmalına mı sarılalım. “Yapısal Reform” denilen o bilinmezle birlikte bize uygulanacak yabancı reçetelere mi uyalım. Buradan “Siz iktidara gelirseniz bunu mu yapacaksınız”, onu mu anlayalım.