Sosyolojinin fesadı ve inşası

Okuduğunuz Yazı
Sosyolojinin fesadı ve inşası

İçerik

Ülkemizde günlük siyasi tartışmaların harareti yüksektir. Siyasal bir toplum yapısına sahip olmak olumsuzluk taşımaz; siyasal bilinç, milletlerin kendi geleceğini inşa etmesi bakımından önemlidir.

Dünyada kurumsallaş-masını tamamlamış devlet sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Kurumsallaşmış devletlerde siyasal bilinç düşüktür; ülke yönetiminde hangi parti gelirse gelsin, yalnızca noktalar ve virgüller değişir, hayat devam eder. Kıta Avrupası’nda seçimlere katılım oranları %50’ler civarında kalır.

Ülkemizde ise iktidar değişimi, rejim değişimi kadar etki uyandırdığı için her siyasi parti seçmeni, partisine ve ideolojisine sıkı sıkıya bağlıdır. İktidar-muhalefet mücadelesi neredeyse kardeş savaşına dönüşür. Yine de siyasal toplum, apolitik toplumdan evladır.

Hararetli siyasal ve ideolojik tartışmaların gölgesinde kalan birçok detay mesele vardır ki bu meseleler, toplum gündeminin dışında kalıyor. Dijital çağın getirdiği hızlı değişimlerle birlikte toplum çürüyor.

Milletler ya da toplumsal sosyoloji sürekli bir “kevn ve fesad” hâlindedir. İslam’ın kaynaklarında zikredilen kevn ve fesad, oluş ve bozuluş olarak tarif edilmiştir. Günlük kullanımda ise “çürüme” ve “dejenerasyon” kelimeleriyle karşılık buluyor.

Toplumsal çözülme ne zaman gündemimize geliyor? Ya bir kadın cinayeti işlendiğinde, aile içi şiddet, ya da sokağa yansıyan bir cinnet hali gündem olduğunda sosyolojinin problemlerini konuşuyoruz. Meselenin harareti geçtiğinde ise herkes konuyu unutur, arkasına yaslanır ve gündüz programlarında milyonda bir insanı ilgilendiren mide bulandırıcı üçüncü sayfa hikayelerini dinlemeye başlar.

Adım adım koca bir millet, sosyal medyadaki teşhir ve tecessüs üzerinden gündüz kuşağı yorumcusuna dönüştü. Narin cinayetini medyanın ele alış biçimi, feodalite, din, Kürtlük ve kapalı toplum üzerinden yazılmadık senaryo kalmadı. Bir televizyon tartışmasında moderatör bana soruyor: “İhsan Bey, sizce katil amca mı?” Düştüğümüz duruma bakın. Biraz tepkili bir tonla, “Medya bir duyarlılık oluşturdu, devlet otoritesi en yüksek düzeyde meseleye sahip çıktı. Geri kalan meseleyi hukuk zeminine bırakalım. Biz de bir sosyal bilimci olarak birey, aile, STK ve devlet kurumları nasıl tedbirler almalı ki bu tür sorunlar asgari düzeye indirilsin, onu konuşalım” dedim.

Ancak sürekli senaryo üreten gazetecilere bu yaklaşım tat vermedi ve meseleyi bıraktıkları yerden devam ettirdiler.

Bu milletin kültürü, çok önemli bir geleneğe dayanmaktadır ki bin yıl bizi ayakta tutmaya yetmiştir. İslam fetihleri Maveraünnehir’e ulaştığında kısa bir zaman zarfında Abbâsîlerle birlikte hilafetin ağırlık merkezi Bağdat ve Buhara’ya kaymış ve İslam’ın büyük alimleri, mütefekkirleri, mutasavvıfları ve filozofları bu bölgeden çıkmaya başlamıştır.

Bir Buhara tarihçisine sordum: “Hicrî ikinci asra varmadan bu büyük inkişafın sebebi nedir?” diye. Tarihçi şöyle cevap verdi: “Bugün kozmopolit şehirler ve bölgeler vardır, İstanbul ve New York gibi. O dönemin kozmopolit mekanı Maveraünnehir’di. Bu bölge, pagan dinleri, Hint dinleri, Çin dinleri, Yahudilik, Hristiyanlık ve bütün kültürlerin harmanlandığı bir mekandı. İslam’ın tevhid akidesi ve berrak nübüvvet iklimi ile buluşunca İslam’ın entelektüel temsili bu bölgede oluştu.”

Türk milletini asabiyete dayalı aile içi adet ve gelenekleri, Maveraünnehir’in kültürel zenginliği, İran kültürünün bütün ögeleri ve İslam’ın yüce vahyi ile yoğrulmuş bir nehir, doğudan batıya doğru akarken karşılaştığı medeniyetlerden de kendi kültürünü aşıladı ve bugünlere kadar bu kök kültürlerle ayakta kaldı.

Osmanlı Devleti, ilk medresesini kurarken medresenin mimarları ve ustaları Semerkand ve Buhara’dan gelmiş, medrese başmüderrisi Davudi Kayseri, İbn Arabi ekolündendi. Bir kültür, Taşkent ve Endülüs’ten beslenerek var oldu.

Hızlı toplumsal değişim, kentleşmenin baş döndürücü bir hızla yükselmesi ve sosyal medya çağında her şeyin alenileşmesi, toplum sosyolojisinin dengesini bozmuştur. Bu hızlı dönüşümün etkisi daha çok fesat yönünde dışa yansımıştır.

Sosyoloji bir taraftan bozulur, bir taraftan da onarılıp inşa edilir. 90’lı yıllar bunun en güzel örneğidir. Başta MGV ve benzeri sivil toplum kuruluşları, hatta Refah Partisi dahi bir STK vazifesi görüyordu. Şimdi ise fesad pervasızca ilerlerken, onarıcı kurumlar ve yapılar adeta yedi uyurlar gibi sessiz ve etkisiz.

Aile terbiyesi, din eğitimi ve görgü kuralları üzerinden toplumsal terbiye; toplum içerisinde bir hukuk sistemine bağlı yaşamak için toplumsal kurallara uygun yaşama eğitimidir.

Başta bizim solcular ve Kemalistler, dini daha çok gazete manşetlerinde ötekileştirerek gündem yapmaktadırlar. Ne kadar faydalı kurum varsa hepsini şeytanlaştırıyorlar. Muhafazakarlar ise kendi durumlarıyla ilgili bir kompleks içerisindeler.

TÜRKAD Başkanı Mehmet Sarı, bir ülkede işlenen suçlar ile Kur’an-ı Kerim’de yasaklanan günahlar arasında bir orantı olduğunu belirtmişti: Zina, taciz, uyuşturucu, alkol, gasp ve hırsızlık gibi.

Bugünden tezi yok, aileler, STK’lar; Adalet Bakanlığı, Aile Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı ve üniversitelerin sosyoloji kürsüleri, sosyolojinin onarım ve inşasını sistematik bir şekilde ele alıp, kesintisiz sürdürülebilir bir program uygulamalıdır. Aksi takdirde fesat, inşanın önüne geçecektir.

Yazı Hakkında ki Düşünceniz?
Çok Beğendim
0%
Beğendim
0%
Orta Karar
0%
Sevmedim
0%
Hiç İyi Değil
0%
Yazar Hakkında
İhsan Aktaş