Türkistan, Avrupa Birliği ve Kıbrıs Türk Devleti…
Son dönemde yaşanan gelişmeler Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Dünya beşten büyüktür” söylemini yalnızca güçlü bir itiraz değil, aynı zamanda sahada karşılık gerçeklik hâline getiriyor. Benzer şekilde Rusya Devlet Başkanı Putin’in “çok kutuplu dünya kaçınılmazdır” öngörüsü de uluslararası sitemdeki dönüşümde daha fazla haklılık kazanıyor.
Yeni dünya düzeninin şekillendirdiği bu küresel hesaplaşma süreci ise Avrasya coğrafyasını sadece jeopolitik değil, aynı zamanda ekonomik ve stratejik açıdan vazgeçilmez konuma taşıyor.
“Türkistan coğrafyası”, yeni dünya düzeninin bu kırılma döneminde yalnızca jeopolitik denklem açısından değil; aynı zamanda barındırdığı zenginlikler itibarıyla da stratejik değeri bulunan bölgedir. Nadir toprak elementlerinden uranyuma, hidrojen potansiyelinden enerji kaynaklarına kadar pek çok stratejik unsur bu topraklarda bulunuyor. Dahası bu coğrafya, İpek Yolu güzergâhı bakımından da son derece kıymetli konumda yer alıyor.
Böylesi jeostratejik konumda bulunan Türkistan coğrafyasındaki devletler, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra kendi millî varlıklarını korumaya ve kendi ayakları üzerinde durmaya yönelik çeşitli hamleler yapıyor.
Bir yanda Rusya, diğer yanda Çin; bu coğrafyanın seçeneklerini çeşitlendiriyor.
ABD ve İngiltere de ilk günden itibaren çeşitli faaliyetleriyle sürece farklı boyutlar kazandırıyor.
Bu ülkelerde halkın sosyolojik yapısını ve karakter kodlarını iyi analiz eden aktörlerden Soros ve FETÖ; genel anlamda ise CIA operasyonları ardı arkası kesilmeyen şekilde devreye girdi.
Dünyadaki konjonktür de bazı dengeleri değiştirdi.
Söz konusu küresel aktörlerin bölgeye nasıl müdahale ettiğini anlamak açısından Kırgızistan gibi bölge ülkelerinde geçmişten bu yana Batı ile Rusya arasında yürütülen nüfuz savaşı çarpıcıdır.
Kazakistan’daki olaylar, yüzeyde bir iktidar değişimi gibi görünse de aslında derin ve çok katmanlı kurguların parçasıydı. Dolayısıyla Nazarbayev’in sahneden çekilişi ve yerine Tokayev’in gelişi sadece siyasi değişim değildir.
Benzer şekilde Mirziyoyev’in iktidara gelişiyle birlikte Özbekistan da daha geniş ölçekli denge politikasına yönelmiştir.
Nihayetinde bu devletlerden her biri yaşadıkları türbülanslara rağmen kendi millî kimlik doktrinlerini inşa etmek ve bu doktrinle halkını dirençli yapıya kavuşturmak için çaba göstermektedir.
Avrupa, yeni dünya düzeninde kendine çıkış yolu arıyor!
4 Nisan’da Özbekistan’ın Semerkand şehrinde AB-Orta Asya Liderler Zirvesi gerçekleştirildi.
Zirvenin ardından yayımlanan ortak sonuç bildirisinde şöyle denildi:
“AB ile Orta Asya arasındaki ilişkileri stratejik bir ortaklığa yükseltmeye karar verilmiştir. Barış, güvenlik, demokrasi için iş birliği yapmaya; BM Şartı dâhil olmak üzere uluslararası hukuka, devletlerin bağımsızlığına, egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesine ilişkin temel ilkelere tam olarak riayet etmeye kararlıyız.”
Buraya kadar her şey tamam. Ancak esas meseleyi kaçırmadan devam etmeliyiz.
Öyle ki AB ile Orta Asya devletleri arasında yayınlanan ortak açıklamada yer alan şu ifade dikkat çekicidir:
“BMGK’nın ilgili 541 (1983) ve 550 (1984) sayılı kararlarına olan güçlü bağlılığımızı bir kez daha teyit ettik.”
Peki, bu “bağlılık” nedir?
BMGK’nın 541 ve 550 sayılı kararları, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tüm adayı temsil ettiği varsayımı üzerine kurulmuş ve Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’nin varlığını tanımamıştır.
AB’nin bölgeye İlgisi
Avrupa Birliği devletleri, özellikle de Fransa ve Almanya, Orta Asya’yı uzun süredir radarında tutuyor.
Geçen yıl Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un bölgeye yaptığı ziyareti, bu hamlenin ilk somut adımı olarak değerlendirmek mümkün. Zira Afrika’da hem Rusya hem de Türkiye karşısında mevzi kaybeden Fransa, Kafkasya’daki etkinliğini yitirince yeni arayışa girmişti. Macron’un Orta Asya’ya yönelimi, bu jeopolitik rövanş arzusunun açık bir tezahürüdür.
Bu süreçte 12 milyar avroluk yatırım fonu ayıran Avrupa, Türkistan için cazibe merkezi olma peşindedir. Ancak şurası muhakkak ki;
Ne yaparsa yapsın Avrupa’yı çöküş sürecinden Orta Asya’daki bu adımları kurtaramayacaktır. Ayrıca bu hamleyle Akdeniz’de Türkiye’nin varlığını da kısıtlayamayacaklardır.
Denge politikası
Orta Asya devletleri için bugün denge politikası yalnızca tercih değildir. Onlar denge politikasını âdeta varlık-yokluk, hayatta kalma meselesi gibi görüyorlar ama Rusya ve Çin’den korunma refleksiyle hareket etseler de Ankara’yı üzen adımların bedeli olacağını zamanla görecekler.
Gelinen süreci değerlendirecek olursak; söz konusu kardeş ülkelerin ve Avrupa’nın bu tutumunun arkasındaki sebepleri şöyle ifade etmek mümkün:
-Batı tarafından tanınmak, sayılmak ve kabullenilmek psikolojisinin egemen olduğu lider yapılarının mevcudiyeti.
-Bunun da farkında olan ve rövanş yolculuğuna çıkan Avrupa ülkelerinin dokusu.
-Rusya ve Çin’den korunmak isteyen Orta Asya ve Rusya’dan korkan Avrupa’nın varlığı.
-Kendisini korumak için çeşitli yollar arayan Orta Asya devletleri ve tüm renkli devrimlerin hareket merkezi Avrupa…
Orta Asya’daki mevcut tabloya bakıldığında, birçok ülkede yönetici elitin çevresinde kümelenmiş belli başlı ailelerin, ülkenin tüm maddi kaynaklarına hâkim olduğu görülür.
Dolayısıyla Avrupa liderlerinden bugüne kadar övgü duymamış, hep muhaliflerine yatırım yapılmış bir coğrafyada şimdi ilgi gören Türkistanlı liderler için bu mutluluk kaynağı olabilir.
Ancak yakın geçmişte Libya’da yaşananlar hâlâ hafızalardadır. Hukuk dışı yöntemlerle Libya’nın paralarına el koyan, Kaddafi’yi devirerek infaz eden vahşi Fransızvari Avrupa’dır.
Hükûmet-halk ayrımı
Öte yandan, süreci değerlendirirken dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta ise hükûmetlerle halkları aynı retorik içinde yorumlama yanlışıdır.
Alınan karardan Türkistan’daki halkların da rahatsız olduğunu göreceğiz.
Bugün seslerin fazla yükselmemesi, rahatsızlığın olmadığı anlamına gelmez. Mevcut şartlar bu tepkilerin duyurulmasına uygun zemin sunmadığı için sessizlik var gibi görülmektedir
Sürekli vurguladığım gibi devlet başkanlarının diplomatik adımlarını değerlendirirken Türk dünyasını iç dengeleriyle analiz etmeliyiz.
Romantik, duygusal modla bu coğrafya analiz edilemez; edilmemelidir.
Ancak uzun vadede bu yanlışın ağır faturasının Orta Asya’ya çıkarılacağı da unutulmamalıdır.
Avrupa, bu adımlarla enerji kaynakları ve zengin toprak elementlerine sahip kanallarla yeniden ortaklık kurmayı amaçlıyor. Bu süreç sadece Türkiye’yi değil, Rusya’yı da yakından ilgilendiriyor.
Dolayısıyla bu gelişmelerde nasıl sonuç çıkacağını hep birlikte göreceğiz.
Orta Asya liderleri ve Kıbrıs
Orta Asya liderlerinin tutumundan, küresel aktörlük yolculuğuna çıkmış Türkiye’nin var olduğu bu denklemde, Kıbrıs meselesinin hassasiyetini tam idrak edemediği anlaşılıyor.
Oysa Türkiye, Türk Devletleri Teşkilatı formatıyla bu cazibe merkezini Avrasya’nın gelecek çekim gücü hâline getirdi ve her şey bu istikamette devam edecektir. Ayrıca Türk devletleri ile kurulan ilişkiyi “yukarıdan bakan değil, göz hizasında duran eşit hukuklu ortaklar” zeminine oturtmuştur.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu coğrafyaya verdiği önem, inşa ettiği siyaset anlayışı da Türkistan’ı tüm güç merkezlerinin odağı yapmıştır.
Erdoğan Türkiye’si modeli, Ankara merkezli siyaset anlayışını pekiştirmiştir.
Rusya-Ukrayna savaşı ise Avrasya coğrafyasındaki dengeleri değiştirmiştir.
Soru şu: Türk Devletler Teşkilatı üyesi devletler, AB ile ortaklık kararına imza atarken Kıbrıs konusunu biliyorlar mıydı?
Her şeyden önce şu tespiti yapalım:
Türkistan’daki devletler Kıbrıs Rum kesimini yeni tanımadı.
Güney Kıbrıs Rum tarafını Tacikistan ve Kırgızistan 1992, Özbekistan 1997, Türkmenistan ise 2007 yılında tanıdı.
Edindiğim bilgilere göre Özbekistan Cumhurbaşkanı Mirziyoyev, metindeki maddeden haberdar değilmiş.
Türkmenistan ise metne ‘çekinge’sini eklemiş.
Kırgızistan ve Tacikistan’a gelince; söz konusu iki devlet, bu coğrafyanın en fakir iki ülkesidir ve AB’nin vereceği fona en fazla onların ihtiyacı vardır.
Ancak bu gelişmede en büyük ayıbı Kazakistan yapmıştır.
Kazakistan bu fona, bu paraya ihtiyacı bulunmamasına rağmen böyle bir densizliğe imza atmıştır.
Kaynaklardan edindiğim bilgiye göre, Ankara’nın görüşü; Türk Devletleri Teşkilatı’na kamuoyu önünde tepki koymak Avrupa Birliği’nin tuzağına düşmek demektir ve AB’nin eline koz vermektir. Yani Ankara aile içindeki meseleleri aile içinde halletmekten yana. Ankara’ya göre kamuoyu önünde tepki koymak bu ilişkilere halklar nezdinde zarar verir.
Bu nedenle Ankara, sabırlı ve süreci kapalı kapılar ardından iyileştirmeye odaklı politika izliyor.
Devlet aklı paldır küldür reaksiyonlarla çalışmaz ve iyi ki böyle çalışmıyor…
Türk Devletleri Teşkilatı ve Kıbrıs!
Bu gelişmelerden yola çıkarak “Türk Devletleri Teşkilatı çöktü” şeklinde ifade kullanmak ve yaygara koparmak siyasi bilgisizliktir. Kökten yanlış bir yaklaşımdır.
Avrasya’nın geleceğinde en önemli yerde duracak olan bu teşkilat ve alınacak ortak kararlar belirleyici olacaktır.
Artık tek güç merkezli bir dünya yok ve olmayacaktır da.
Şüphesiz Kıbrıs konusunun Teşkilat için sınav değeri vardır.
Kıbrıs sınavını en yüksek puanla veren devlet Azerbaycan’dır.
İlham Aliyev’in tutumu da takdire şayandır.
Yaşananlar Türkiye-Azerbaycan dostluğunun ve ittifakının neden çok daha önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
Kıbrıs Türk Devleti!
Yeni süreç, yeni dünya; Türkiye ve odaklandığı tüm öncelikler açısından önem arz etmektedir.
Bizi Akdeniz’de sıkıştırmaya çalışan Avrupa, Yunanistan eliyle oyun kurmaktadır.
Ama nafile; eninde sonunda Kıbrıs ve çevresindeki tüm soru işaretleri cevabını bulacaktır.
Mavi Vatan’dan vazgeçilmeyecektir.
Yeni konjonktür adalarla ilgili sorunların çözümü için yeni fırsatlar sunmaktadır.
Şüphesiz, tarihin doğru tarafında yer alanlar kazanacaktır.
Türkiye tarihin doğru tarafında; ne istediğini bilen, bildiğini gerçekleştiren ve gerçekleştirdikçe nihai hedefine yaklaşan çizgidedir.
Bu yoldan geri adım atmayacaktır. İnşallah.