Uçak fabrikalarını kimin kapattığını soran Kılıçdaroğlu’na cevaplar…
*Şimdi 30 Ağustos jandarmalığı yapan CHP, ürettiği beş uçak ve kendi yetiştirdiği pilotlarla, 30 Ağustos’ta (1933) kutlama uçuşu yaptıran Vecihi Hürkuş’a “uçuş sertifikası” vermediği gibi pilot okulunu kapattı.
*Yeşilköy’deki tesisleri ziyaret eden Cumhurbaşkanı İnönü, Nuri Demirağ’a, “Her şey mükemmel” derken, adamlarına da; “Havaalanını istimlak edin, uçaklarını da sattırmayın” talimatı vermişti.
*Emperyalistlerin Türkiye temsilcisi gibi davranan CHP, ordunun silah ihtiyacını karşılayan Türk Sanayi Harbiye ve Medeniye Fabrikası’nın sahibi Şakir Zümre’yi iflas ettirerek; “Sobacı Şakir”e dönüştürdü.
*Filistin’de devlet kurmaya çalışan Yahudilerle savaşan Araplara silah sattığı için fabrikasıyla birlikte havaya uçurulan Nuri Killigil’in defnedildiği saatlerde, CHP hükümeti de İsrail’i “derhal” tanıma kararı alıyordu.
“MİLLÎ UÇAK VE SAVUNMA SANAYİİ DOSYASI”
NUH ALBAYRAK
CHP lideri, 27 Ağustos sabahı Devlet Mezarlığı’ndaki ziyareti sonrasında, ağlamaklı bir sesle; o kadar çok tarihi gerçeği çarpıttı ki, tamamını cevaplamak bir kitap konusudur. Birkaçına sosyal medyada cevap vermiştim. Ancak aşağıdaki iftirayı 280 karakterle cevaplamak imkansızdır.
Kılıçdaroğlu, sıradan bir salgın tedbirini çarpıtarak, “30 Ağustos’un kutlanmasını istemiyorlar” yalanına damardan destek vermiş, “Onlar 1940’lı yıllarda Türkiye’nin, uçak ihraç eden 5 ülkeden biri olduğunu biliyorlar mı? Sonra bu fabrikaların kimler tarafından yok edildiğini biliyorlar mı acaba?” diye sormuştu.
Kılıçdaroğlu bunu sürekli tekrarlamakta, Demokrat Parti’nin; Marshall yardımı almak için CHP’nin sanayi hamlelerini engellediğini iddia etmektedir.
8 Kasım 2019 günü; Gaziantep’teki “Atatürk’ü Anlamak” sunumunda da, Türkiye’nin 1937’de uçak üreten ve ihraç eden 5 ülkeden birisi haline geldiğini ancak Amerika’nın, ‘Uçak üretmeyin, biz size vereceğiz’ dediğini, 1950’den sonra; uçak üretiminin durdurulmasına karşılık askerin palaskasından çatal-kaşığına kadar her şeyin ABD’den gelmeye başladığını söylemişti.
Türkiye’nin; uçak üretiminde ilk beşe girdiği doğrudur.
Peki bu muhteşem başlangıcı kim engelledi?
Bu, emperyalist güçlerin isteği doğrultusunda, Cumhuriyet’in ilk yıllarında millî ve manevî değerlerimizden sonra millî havacılık ve savunmamızın da ipotek altına alınmasının hikayesidir.
Havacılık tarihimizin ilk “millî mağdur”u Vecihi Hürkuş’tur. İzmir Tayyare Okulu’nda görevliyken tasarladığı ve savaş hurdalarından 14 ayda ürettiği “Vecihi K-VI” uçağı ile yaptığı başarılı deneme uçuşundan sonra mükafat(!) olarak, eve hapsedilir, uçağına da el konur.
Sonraki yıllarda, Vecihi Hürkuş’u yakından takip eden Alman Junkers firması kendisini transfer etmiş ve “A.20” uçaklardaki eksiklikleri tespit için Almanya’ya göndermişti.
MSB ve Junkers’in Kayseri’de kurdukları ortak uçak fabrikasında üretilen 14 kişilik “Junkers G.24” ve 6 “Junkers F.13” yolcu uçaklarıyla, 1927 yılında Ankara-Kayseri arasında, ilk uçuşlar yapılmıştı. Ancak, yönetim kurulundaki Türk kontenjanlara, havacılık ve uçaktan anlamayan devlet memurlarının atanması, Vecihi Hürkuş gibi bir uzmanın uyarılarının dikkate alınmadığı ve üzerine bir de Junkers’in iflası eklendiği için TOMTAŞ, 1928 yılında iflas eder. 1931 yılında MSB tarafından tekrar açıldı ise de CHP yönetiminin ABD ile yaptığı anlaşma gereği 1950 yılında “bakım merkezi”ne dönüştürülür. Zaten 200 civarındaki uçağın tamamı yabancı firmalarla yapılan lisans anlaşmalarıyla üretilmiştir.
Kılıçdaroğlu, CHP diktatörlüğünün ülkeye tam hakim olduğu bir dönemde, bu fabrikayı kimin kapattığını düşünüyor acaba?
Kayseri’de işi biten Hürkuş, Kadıköy’de kiraladığı bir keresteci dükkanında üç ayda ürettiği “Vecihi XIX” uçağı ile 27 Eylül 1930 günü Fikirtepe’de başarılı bir uçuş daha gerçekleştirir. Gazetelerdeki haberi gören Başbakan İnönü’nün tebrik etmesinden ümitlenen Vecihi bey, yeni uçağıyla Ankara’ya; “uçuş sertifikası” almaya gider. Hipodrom Meydanı’na inerek gittiği İktisat Bakanlığı’ndan yine eli boş dönmüştü. Devlet uçak fabrikası kurmuştu ama hâlâ “Tayyarenin teknik vasıflarını tespit edecek kimse bulunmadığından gereken vesika verilmemiştir” şeklinde bir “devlet” için yüz kızartıcı bir cevap verilmişti.
Vecihi Hürkuş, parçalara ayırarak trenle Prag’a götürdüğü uçağı ile 23 Nisan 1931 günü yaptığı deneme uçuşu sonrasında Çek yetkililerin; “Dünyanın en iyi spor uçaklarından biri” notuyla verdiği uçuş lisansını cebine koyarak, kendi uçağıyla Türkiye’ye döner. Ancak posta paketi taşımak dahil; ne iş olsa yaparım dese de, uçağını kullanma imkanı verilmez.
“Başkalarının kanatlarıyla uçmaya çalışanlar ‘Hürkuş’ olamaz” diyerek, millî uçak sanayiini çok önemsediği için CHP oligarşisinin yıldıramadığı Hürkuş, Vecihi Sivil Tayyare Mektebi’ni (VSTM) kurar. Burada yetiştirdiği pilotlar, 30 Ağustos 1933 günü, kendisinin ürettiği 5 yeni uçaktan oluşan bir filo halinde uçuş gösterisi yapar; izleyenlere parmak ısırtır.
Bugün utanmadan “30 Ağustos’u kutlamıyorlar” diye yaygara yapan CHP, Vecihi Hürkuş’un bu 30 Ağustos hassasiyetine nasıl karşılık verdi biliyor musunuz? Diploma denkliği vermeyerek bu başarılı pilotları yetiştiren okulu kapattırdı.
“Belki ciddiye alınırım” diye Almanya’da mühendislik okur Ama 27 Şubat 1939‘da tayyare makine mühendisliği diplomasıyla döndüğü ülkesinde “İki yılda uçak mühendisi olunmaz” gerekçesiyle diploması kabul edilmez.
29 Kasım 1954’te Hürkuş Hava Yolları’nı kurar. Artık CHP diktatörlüğü bitmiştir ama bu sefer de sabotaj ve uçak kaçırma eylemleri yüzünden devam ettiremez.
Ve desteklenseydi uzay aracı yapıp Ay’a bile çıkabilecek olan uçuş sevdalısı Vecihi Hürkuş, 16 Temmuz 1969 günü; Armstrong’un, Ay’a ayak bastığı saatlerde vefasız dünyadan göç eder.
İNÖNÜ, “BİTİRİN” TALİMATINI FABRİKA’DA VERDİ
Ya “Yabancı lisansla üretim beyhude zaman kaybıdır” diyen millî sanayi sevdalısı Nuri Demirağ…
Emperyalist Amerika’nın Temsilcisi gibi hareket eden CHP yönetiminin, Vecihi Hürkuş’a çektiklerini yakından gördüğü halde, kritik sektörlerde yerli üretimin önemini, ülkeyi yönetenlerden daha iyi bildiği için her şeyi göze alan Demirağ, 1936 yılında Beşiktaş’ta bir atölye (şimdiki Deniz Müzesi) inşa ederek başlar bu maceraya.
Yeşilköy’deki Eşref Paşa Çiftliği’ni de satın alarak, Avrupa’nın en büyüğü olan Amsterdam Havaalanı’na eşdeğer pistler, tamir ve bakım hangarları inşa eder. Üreteceği uçakları kullanacak pilot yetiştirmek için de “Uçuş Okulu” açar.
Nuri Demirağ ilk yıl Nu.D.36’yı, iki yıl sonunda da çift motorlu millî yolcu uçağı olan Nu.D.38’i üretir. Kolaylıkla “bombardıman uçağı”na dönüştürülebilen bu uçaklar, Amerika’da üretilenlere fark atar niteliktedir. Nu.D.38 uçakları, 1944 yılında “Dünya Havacılığı Yolcu Uçakları A Sınıfı”na alınarak kalitesi tescillenir.
Türklerin kendi uçağını yapması hatta ihraç etmesi, Amerika açısından, yeni “rakip”ten çok daha “derin” bir problemdir.
II. Dünya Savaşı’nın en karlısı Amerika, küresel hakimiyetini pekiştirme çabasındaydı. Savaştaki güçlü müttefiki SSCB, “emperyalizm liderliği savaşı”nda en büyük rakibiydi. Türkiye bu rekabetin en önemli unsuruydu, ABD mutlaka avuç içine almalıydı. CHP yönetimi de, Rusya korkusu sebebiyle buna dünden razıydı. ABD Türkiye’yi kendine bağlamak için savaş artığı askerî malzemeleri hibe ediyordu. Oysa bunlar hiçbir işe yaramıyordu. 1941-1944 yılları arasında Türkiye’ye verilen 95 milyon dolarlık askerî hurdaların bakım ve onarımı için her yıl bütçeden 400 milyon TL kaynak ayrılıyordu.
Türkiye üzerindeki ABD hakimiyetinin uzun ömürlü olmasının tek yolu, sanayileşmesine izin vermemekti. Bu bakımdan daha o yıllarda uçak veya silah fabrikası kurmak gibi adımlar, Amerika için ciddi tehditlerdi.
Amerika’yı kırmak istemeyen CHP iktidarı, bu “tehdit”lere karşı amansız bir savaş yürütüyordu. Hürkuş veya Demirağ’ın çektiği sıkıntılar, emperyalistlerin satın aldığı birkaç bürokratın işi değil, merkezî bir yıldırma politikasıydı.
THK, Nuri Demirağ’a sipariş verdiği 24 eğitim uçağını almaktan son anda vazgeçmişti. Bu emrin Millî Şef’ten geldiğini iyi bilen Nuri Demirağ, bu yanlışın düzeltilmesi için çok uğraştı. Bunun kendisine değil, Türkiye’nin geleceğine darbe olduğunu söyledi ama karar asla değişmedi.
Hatta bırakın yardımcı olmamayı, tamamen bitirilecekti. Hem de, ortadan kaldırdığı düşmanının cenaze törenine gidenler gibi, “Nuri Demirağ’ı bitirin” talimatını, Demirağ’ın Yeşilköy Havaalanı ve uçuş okulunu ziyaretinde vermişti.
Bu vahim talimata, o sırada Gök Okulu öğrencisi olan Kemal Uras birebir şahit olmuş, babasına yazdığı mektupta anlatmıştı.
“Babacığım size üzücü bir haber vereceğim” diye başlayıp, “Cumhurbaşkanımız geldiler. Havaalanını ve okulu gezdiler. Her şeyi beğendiler. Sonra Nuri Bey’in odasına geçildi. Nuri Bey, yaptığı işleri bir bir Cumhurbaşkanımıza ve yanındaki kişilere arzetti. Sonunda şöyle konuşma geçti” diye devam eden bu ilginç mektup, Nuri Demirağ için sonunun başlangıcı olan o görüşmeyi aynen aktarıyordu.
İnönü, “Nuri Bey, her şey çok mükemmel, daha ileriye gitmek için niçin devletle işbirliği yapmıyorsunuz” diye sormuştu. Nuri Demirağ bu soruya çok şaşırmış ve “Senelerdir söylediğiniz hususta uğraştım. Fakat başaramadım. Devlet mensupları benden rüşvet istiyor” diye cevap vermişti. Kemal Uras, İnönü’nün bu söze tepkisini, “Bu söz üzerine İnönü bozuldu” şeklinde özetliyordu.
İnönü’nün, “İspat eder misin” sorusuna, hâlâ bu işlerin hukuk devletlerinde olduğu gibi evrak, delil vs. üzerinden yürüdüğünü zanneden Nuri Demirağ, “İspat ederim” diye cevap verdi ve “Müsaade ederseniz evrakları getireyim” diyerek yazıhanesine gitti.
Gök Okulu öğrencisi Kemal Uras’ın, mektuba başlarken yazdığı “üzücü haber” ifadesi işte şimdi anlamını buluyordu:
“İnönü yanındaki zevata dönerek, ‘Zenginliği başını döndürdü. Havaalanını istimlak edin. Uçakları sattırmayın’ dedi.”(1)
Bu skandal talimatları, bir ülkenin cumhurbaşkanı veriyor. Hem de o ülke için en kritik yatırımı yapan bir kahraman için…
Millî Şef’in bürokratik oligarşi ordusu işareti almış ve hücuma geçmişti. Önce Yeşilköy’ü istimlak edip, Gök Okulu’nu kapattılar. Ama devamında; “Uçakları sattırmayın” talimatı da vardı. Aslında THK iptallerine ve bütün baltalamalara rağmen, uçakların kalitesi sebebiyle, yurt dışından hâlâ sipariş geliyordu ama ihracatı daha da zorlaştırarak satışı engellemişlerdi. İspanya, İran ve Irak için üretilen ama gönderilemeyen uçaklar, hurdacıya satıldı. Türkiye’nin bugün “Boeing” ayarında bir uçak fabrikasına sahip olma şansı, bu yatırımları desteklemesi gereken CHP yönetimi tarafından bizzat yok edilmişti.
“SİZ ÇİFTÇİLİK YAPIN, BİZ UÇAK VERİRİRİZ”
II. Dünya Savaşı’nın bittiği 1945’te “Türk Sanayiinin Korunması ve Gelişmesi ile İlgili Genel Problemler Hakkında Öz Rapor”, 1946’da ise, “İvedili Sanayii Planı” hazırlayan aklıselim teknokratlar, savaş yıllarında tamamen duran sanayinin, devlet desteği ile yeniden canlandırılmasını öngörmekteydi.
Oysa bilmiyorlardı ki duraklamanın asıl sebebi savaş değil, emperyalist baskılardı. Nitekim vatansever bürokratların bu raporları, devletin; ABD’den kredi ve yardım almaya çalıştığı bir zamana denk geldiği için hiç şansları yoktu. Zira patron ABD, teknokratların aksine; sanayi yatırımlarının yerine tarıma yönelik politikalar belirlenmesini istiyor, askerî alandaki eksiklikleri kendilerinin karşılayacağını söylüyorlardı. Ve, “parayı veren düdüğü çalar”dı. Nitekim milliyetçilerin değil, Amerika’nın dediği olmuştu.(2)
Amerika, o zamana kadar fiilen yürüttüğü engellemeyi, “Truman Doktrini” adıyla; 11 Eylül 1947’de ABD Kongresi’nde onaylayarak resmen uygulamaya soktu. Türkiye’nin, yardım alabilmek için yerine getirmesi gereken şartlar, 4 Temmuz 1948 tarihinde imzalanan “Ekonomik İşbirliği” adı altında, Türkiye’yi dışa bağımlı hale getiren müstemleke anlaşmasıyla kayda geçirildi.
Amerika’dan kredi yardımı ve hibeleri alabilmek için askerî ve millî savunma girişimlerinin tamamen durdurulması isteniyordu. Ve; en hafif ifadesiyle gaflet içindeki CHP yönetimi de bunu aynen uyguluyordu. Mesela, şimdi Türkiye’ye karşı “silah” olarak kullanılan F-35 uçaklarını da üreten Amerikan Lockheed şirketi, o dönemde T-33 jet eğitim uçaklarını vererek, “Mehmetçik” isimli “Jet motorlu eğitim uçağı” projesini durdurmuştur.
Bu antlaşmalar sayesinde Türk Hava Kuvvetleri’nin envanterine, sadece 1946-1952 yılları arasında; çoğu işe yaramayan 1905 adet Amerikan uçağı girmişti.
1949 yılındaki Hava Kuvvetleri Komutanı M. Zeki Doğan’ın, Nuri Demirağ’a hitaben söylediği, “Amerikan yardımından bedava uçak almak dururken uçak fabrikanıza sipariş verirsem yarın bu millet beni asar” sözü, dönemin cumhurbaşkanından kuvvet komutanına kadar hakim olan müstemleke anlayışını açıkça ortaya koymaktadır. O komutan bir kere millî ve yerli düşünüp, havacılığımızı engellemek için verilen uçaklar yerine, yerli uçakları alabilseydi, ismi havacılık tarihimize altın harflerle yazılırdı…
Özetle, Hava Kuvvetleri’nin 1946-1947’den itibaren, İnönü’nün talimatıyla yerli uçak fabrikalarından uçak almak yerine Amerikan uçaklarına yönelmesi, ordunun; yerli fabrikalardan silah ve mühimmat alımına son vermesi büyük fedakârlıklarla elde edilen savunma sanayi imkan ve kabiliyetlerinin kökünü kurutmuştu.
CHP hükümeti, 1950 seçimlerine iki ay kala çıkardığı kanunla, ihanetin kendilerinden sonra da devam etmesini sağlamışlardı. 15 Mart 1950’de çıkarılan kanunla, hâlâ ayakta kalmayı başaran fabrikalar da kapatılmıştır. Bu kanunun gereği olarak, Kayseri Uçak Fabrikası 1950’de Hava İkmal Merkezi’ne dönüştürüldü. CHP’nin tek parti diktatörlüğünün ülkeye vurduğu son darbelerden biri de bu kanundur.
SİLAH SANAYİİNDE DE AYNI KATLİAMLAR YAPILDI
Aynı dramatik engellemeler, mükemmel bir başlangıç yapmış olan yerli silah sanayiinde de yaşandı. Ordunun ihtiyacının önemli bir bölümünü karşılayan Türk Sanayi Harbiye ve Medeniye Fabrikası’nın sahibi Şakir Zümre’nin, nasıl “Sobacı Şakir” olduğunu anlatmayacağım.
“Truman Doktrini”nden sonra teşebbüs hürriyeti tamamen ortadan kaldırılan Türkiye’de, bu yasakların takipçiliğini yapan CHP yönetiminin, resmî yollarla engelleyemediği kişilerin nasıl durdurulduğunu gösteren çarpıcı bir örneği aktarmakla yetineceğim.
Kafkas İslam Ordusu Kumandanı Nuri Paşa Zeytinburnu’nda başladığı tabanca, mermi, matara ve gaz maskesi üreten fabrikasını genişleterek Sütlüce’ye taşımıştı. Gel gör ki, işleri büyüttüğü dönem, tam da Amerika’nın, yardım şartı olarak sanayi ve eğitim dahil; bütün stratejik alanlarımıza ipotek koyduğu döneme rastlamıştı.
Amerikan yardımlarının başlamasından sonra CHP yönetiminin talimatıyla, Türk ordusunun özel sektör fabrikalarına verdiği silah siparişleri durmuştu. Hatta ordu, devlete ait askerî fabrikalara bile sipariş ver(e)miyordu.
Nuri Paşa TSK’nın artık kendisinden silah ve cephane almayacağını anlıyordu. Oysa küçük bir destekle fabrikasını modernleştirebilir, Türkiye ve İslam coğrafyası için çok stratejik bir güç elde tutulmuş olurdu. Bu amaçla bankalara başvurdu, kredi imkanı araştırdı. Yokluklar içerisinde kurduğu fabrikasına sahip çıkacak bir hükümet yetkilisi, uzanacak bir yardım eli aradı ancak hiçbir sonuç alamadı.
Aslında Ürdün, Mısır, Suriye gibi Arap ülkelerinden de silah siparişi geliyordu. Ancak BM’nin, Filistin’in yarısını; devlet kurmaları için Yahudilere verme kararına karşı çıkan Filistinli Arapların silahlı mücadeleye başlaması üzerine, “Haçlı-Siyonist İttifak”ın operasyon merkezi olan BM Güvenlik Konseyi, 17 Nisan 1948’de aldığı kararla, silah ambargosu uygulamaya başladı. BM açıkça Filistin’e yapılan silah sevkiyatının önüne geçilmesini istiyordu. Zaten bu karardan kısa süre sonra; 14 Mayıs 1948 tarihinde Yahudiler “İsrail devleti”ni kurmuşlardı.
Bu ambargodan sonra, İsrail ile savaşan Arapların, kaçak yollardan silah temin etmekten başka şansı yoktu. Öte yandan silah üretimi tamamen Yahudilerin tekelindeydi. Yani Arapların tek şansı Nuri Paşa’nın fabrikasından silah temin etmek idi. Nuri Paşa zaten Filistin topraklarında İsrail devleti kurulmasına karşıydı, “Devlet üstüne devlet mi kurulur” diyordu.
Bu sebeple birden bire siparişler arttı. Nuri Paşa Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak ordularının silah ihtiyacını karşılamaya çalışıyordu. Gece gündüz çalışarak üretilen silahlar, kaçak yollarla sahiplerine ulaştırılıyordu.
2 Mart 1949 günü saat 17.00 civarında peşpeşe duyulan üç büyük patlama ortalığı cehenneme çevirmiş, fabrika havaya uçmuştu. O sırada fabrikada bulunan Nuri Killigil, ofisinden koridora fırlayarak, “Kapıları açın, bütün işçiler dışarı çıksın” diye bağırmış ama kendisi ambara doğru yürümüştü.
Neticede Nuri Killigil dahil 27 kişi hayatını kaybetmişti. Cesetlerin hepsi paramparça idi. Killigil’in cesedi ise ortada yoktu.
Ne gariptir ki fabrika enkazı, Amerikalı uzmanların gözetiminde, ABD askerî yardımı çerçevesinde gelmiş olan vinçli kamyonlarla kaldırılmıştı.(3)
Nuri Paşa tabiri caizse; patlamanın tam gözünde bulunuyordu. Patlama şiddetiyle vücudu parçalara ayrılarak çevreye savrulmuştu. Kendisi gibi tamamen parçalanmış 15 işçinin bulunabilen parçaları üç tabutta toplanarak, 7 Mart 1949 günü; Beyazıt Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Edirnekapı’da hazırlanan üç mezara defnedildi.
Aradan 20 gün geçtikten sonra Nuri Paşa’nın cesedinin büyük bölümü Sütlüce’de suyun üzerine çıktı. Yakınları, “Hiç değilse ayrı bir mezarı olacak” diye sevinerek, cenaze töreni hazırlıklarına başladı. Ama İstanbul Müftülüğü‘nden gelen “Cenaze namazı kılınamaz” kararı aileyi şok etmişti.
Bu normal bir fetva değildi. Bu nasıl bir kin ve öfke ki, Diyanet İşleri Başkanlığı’na, Nuri Killigil’in cenaze namazının kılınmaması talimatı verilmişti. Tam da bir alimin, “İslam’daki şeyh-ül İslam yani müftiler çok değerli insanlardı. ‘Müftü’ denilen devlet memurları ise, Allahü Teala’nın emrettiği bir şeyi, bir zalim yasak etse, bu şeyi yapmak lazım olduğunu söyleyemezlerdi. Susarlar veya tersini söylerlerdi” buyurduğu gibi, İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen, Ankara’dan gelen talimat üzerine ‘Vücudun büyük bir kısmı parçalanmış olduğu için Nuri Killigil’in cenaze namazı kılınmasının caiz olmadığını’ açıklamıştı.
Bir zamanlar İslam ordusunda kumandanlık yapan “Bakü Fatihi” olarak anılan, TBMM tarafından İstiklâl Madalyası ile onurlandırılan Nuri Paşa’ya bir cenaze töreni çok görülmüştü. Nuri Paşa’yı sevenler 24 Mart 1949 günü, vücudundan kalan son parçayı koydukları küçük tabutu Türk bayrağına sararak, fabrika enkazı arasına birkaç kişiyle tören yaptılar. Sonra da bir kamyonet kasasına yerleştirdikleri tabutu Edirnekapı’daki Fabrika Şehitliği’ne defnettiler. Müftülük imam da görevlendirmemişti.(4)
BU NASIL TESADÜF!
Nuri Killigil’in İstanbul’da “kaçak” olarak defnedildiği saatlerde, Ankara’da da, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün talimatıyla toplanan CHP hükümeti; İsrail devletini tanıma kararı almakla meşguldü.
Yalnız çok garip bir durum vardı. İsrail’in 14 Mayıs 1948 tarihinde kurulmasından on ay sonra, Dışişleri Bakanlığı’ndan “derhal” kaydıyla gelen tanıma talebi, Cumhurbaşkanı İnönü tarafından aynı gün; yine “derhal” kaydıyla hükümete gönderilmiş ve Nuri Killigil’in gecikmiş defni yapılırken karara bağlanmıştı. Çünkü İnönü, Türk milletinin asla onaylamadığı bu kararın, sadece CHP milletvekillerinin oluşturduğu meclisten bile çıkmayacağını iyi biliyordu.(5)
Nuri Killigil’i ortadan kaldırarak, ülkemizi; emperyalistlere bağımlılıktan kurtaracak olan millî savunma sanayiini sabote edenler, “Silah ve mühimmatını kendi yapamayan milletler payidar olamaz” diyen Atatürk’e ne kadar bağlı olduklarını da göstermişlerdi!
Şimdi…
Bir bu gerçeklere bakın, bir de Kılıçdaroğlu’nun söylediklerine.
Asla herhangi bir siyasî mülahaza peşinde değilim. Türkiye’yi yönetmeye talip olan bir insanın bu kadar çarpıcı gerçekleri, gözümüzün içine baka baka defalarca tersyüz ederek yalan üzerine kurulu bir algı oluşturmaya çalışması, Türkiye’nin geleceği açısından; bunlardan daha acı bir tehdittir.
Demek ki, aradan yüz yıl geçmesine ve tek parti dönemindeki bu müstemleke kolaycılığının ne kadar pahalıya malolduğu bugün açıkça görülmesine rağmen, hiçbir ders alınmamış. Bu tutum, CHP’nin hâlâ, “Yaptıklarımız, yapacaklarımızın teminatıdır” noktasında olduğunu göstermektedir. Onun içindir ki CHP’yi iyi tanımak, bir beka meselesidir…
————————————-
(1) Bu mektup, Hasip Uras’ın hazırlayıp oğlu Ufuk Uras’ın bastırdığı “Hayat Bir Tecrübedir” kitabında yer almakta, ayrıca Ufuk Uras, 9 Nisan 2011 tarihli Hürrriyet’te de anlatmaktadır.
(2) Türk Harp Sanayii Tarihi, Osman Yalçın, Doktora Tezi, Ankara 2008, s.165
(3) Atilla Oral, Enver Paşa’nın Kardeşi Nuri Killigil, Demkar Yayınevi, İstanbul 2016, s. 467-507
(4) Oral, a.g.e, ss. 513-519
(5) Oral, a.g.e, s. 522