Osmanlı İmparatorluğu’ndan daha güçlü bir Türkiye
Son günlerde dünyanın gündeminde Filistin meselesi var. 1970’lerde olduğu gibi, İsrail karşıtlığı Doğu’dan Batı’ya bütün ülkelerde çığ gibi büyüyor. İlginç olan, bu karşıtlık, ABD karşıtlığına dönüşüyor. Bir konuda adaletsizlik, zulüm, soykırım ihtimali ortaya çıktığında, sadece tehdit altında olanlar değil de bütün halklar, büyük devletlerin nasıl bir refleks gösterdiğine odaklanır. İsrail’de ortaya çıkan olağanüstü durum karşısında ABD’nin yangına körükle gitmesi ve AB ülkelerini kendi politikalarına mahkûm etmesi, dünyada büyük bir mutsuzluk ortaya çıkardı.
AB ülkelerinde, İngiltere’de, Latin Amerika’da, Uzakdoğu’da, Afrika’da, Ortadoğu ülkelerinde, Türkiye’de, dünyanın dört bir yanında Gazze’de ortaya çıkan soykırım tehlikesine karşı yüzbinler sokaklara döküldü. İsrail ve ABD’yi protesto etti, sivil kayıplara dönük tehdit ve travmaya dikkat çekti. Tepkiler çığ gibi büyüyor.
Başta Sayın Erdoğan olmak üzere, Rusya Devlet Başkanı Putin ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping 1967 sınırları baz alınmak kaydıyla, iki devletli çözümü dillendirdi. Başta Mısır olmak üzere Arap ülkelerinin tamamı bu siyasi çözüme olumlu bakarlar.
Yedi-sekiz yaşlarında Filistinli bir çocuk yaralı halde, çağın en siyasi cümlesini kurdu: “Hepimizi öldürseler de İsrail kaybedecek!’’ Bu, yaşanan bütün süreçleri özetliyor. Aynı zamanda milyonlarca çocuğun ölümle burun buruna olduğunun da fotoğrafıdır.
İki devletli çözüm ve Gazze katliamından vazgeçilmesi konusu, ABD yetkilileri tarafından dillendirilmeye başlandı. Bu işin sonu ya iki devletli çözüme varır ya da İsrail yüzyıllık bir güvensizliği satın almış olur.
ABD’nin, Rusya’yı Müslümanlar eliyle kuşatma fikrinin uygulandığı, yeşil kuşak harekatının tam gaz ilerlediği günlerde, ümmetçilik ve İslam devleti fikri, İslam dünyasının belli başlı ülkelerinde sıkça tartışılırken, ümmetin birliği ile ilgili Sovyet Rusya modeline benzer bir özleme sahip olan idealist İslamcı gençler çoktu.
Yeşil kuşak harekâtını, ümmetin lehine ve kurgulayanların aleyhine en ustaca kullanan lider Necmettin Erbakan oldu. Tevhit akidesine bağlı nübüvvet anlayışında herhangi bir sapmaya müsamaha göstermeden, ehli sünnet ve’l-cemaat usulüne uygun, geniş bir kitleyi istikamet üzere tutarak, “dost-düşman” ayrımını titizlikle yaparak, Türkiye’deki siyasal ve dini ortama ilkesel, Batı karşıtı bir duruş ile, büyük Türkiye’nin kalkınması, gelişmesi, sanayileşmesi dâhil dev bir devlete dönüşmelerinin tohumlarını ekti.
Bugün geldiğimiz noktada, ümmetin birliğinin, parçaların birleştirilmesinden ziyade, güçlü ve nüfuzlu bir ülke etrafında toparlanması ile sağlanabileceğinin en çıkar yol olduğunu görmeye başladım.
Milletler, tarihte sahip oldukları kabiliyetlere tekrar erişirlermiş.
Bu bağlamda Müslüman ülkelerde, Afrika ülkelerinde ve Latin Amerika’da Türkiye ile ilgili ilginç bir beklenti oluştu.
Türkiye’nin kendi kalkınması, gelişmesi ve savunma sanayiini yeniden kurması, bunları Batı’dan bağımsız olarak gerçekleştirmesi ve bu duruma liderlik eden Erdoğan’ın dengeli liderliği, Türkiye’yi devletler ve halklar nezdinde bir umut haline getirdi. Türkiye’nin tarihsel bir misyonu vardı, ekonomik olarak bu talebi karşılayacak gücü yoktu. Bugün bu misyonla güç buluşmak üzere.
Türkiye’nin vesayeti tasfiye etmesi, siyasetini sömürge imparatorluğunda bağımsız hale getirmesi, adım-adım birçok Müslüman ülkede gerçekleşebilir. İsrail’in soykırım yapma tehlikesine karşı, Erdoğan’ın diplomatik girişimleri içinde sadece Mısır’la yapılan görüşmelerin bile etkisini görmüş olduk.
Osmanlı kadar güçlü bir Türkiye sadece bizim özlemimiz değil, dünyadaki bütün mazlumların özlemidir. Çünkü Türklerin bütün dinleri, kültürleri ve milletleri adalet ve merhametle yönetmeyi başarmış bir imparatorluk tecrübesi var.
Batılılar yüz yıl topraklarımızı işgal etti, yüz yıl Osmanlıyı Türkleri Arapları karalamaya devam ettiler. Bütün bu çabalar bu büyük milletin büyüme istidadını ortadan kaldırmadı.
Osmanlı kadar güçlü bir Türkiye’ye hem Gazze’deki çocuğun hem Türk dünyasının hem de bütün mazlumların ihtiyacı var.