Netanyahu’nun Tevrat atıfları ve etkileri (1)
Ortadoğu halklarının çoğunluğu, Tufan’dan sonra insanlık yeniden canlanırken Hz. Nûh’un oğlu Sâm’ın soyundan türemişlerdir, denilir. Hz. Nûh’un 4 oğlu vardı: Hâm, Sâm, Yâfes ve Ken’ân (veya Yâm). Ken’ân, gemiye binmemiş ve boğulmuştu. Samiler veya Sami halkları, Nûh oğlu Sâm’ın soyundan geldiğine inanılan, etnik olarak birbirleriyle akraba Ortadoğu halklarıdır. Günümüze kadar gelebilmiş Sami halkları Araplar, İbraniler (yani Yahudiler), Süryaniler ve Maltalılardır.
Bu kadar lafı neden ettim? “Anti-semitik” olmadığımı bir kere daha vurgulamak için. Bir insan anti-semitik ise, sadece Musevilere değil, bütün Ortadoğu halklarını küçümsüyor, onlara tepeden bakıyor ve aşağılıyor demektir.
Batı ve Doğu Avrupalılar, Ruslar, kısaca Hristiyanlar, Musevileri karanlık Ortaçağ’ın başlangıcından itibaren, aşağılamış, küçük görmüş, öldürerek ve sürerek toplumlarının dışına atmak istemişlerdir. Osmanlılar Yahudileri kendilerine daha yakın görmekteydi; bunun sebebi hem iki din arasındaki benzerlik hem de Hristiyan Avrupa’nın Osmanlılara karşı verdiği mücadeleydi. Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Yahudiler bazı vergilerden muaf tutulmuştur.
İspanya ve Portekiz’de Hristiyanlığı kabul etmezlerse öldürülecekleri bildirilen Museviler, II. Bayezid tarafından Elhamra Kararnamesi ile, kimi zaman gizlice kimi zaman açıkça gemilerle Osmanlı topraklarına taşınmışlardı. Kararnamede, “Gelecek Yahudilerini geri çevirmek şöyle dursun tam bir içtenlikle karşılanmalarını, aksine hareket ederek kötü muamele yapacakların veya en ufak bir zarara sebebiyet vereceklerin ölümle cezalandırılacakları” ifade ediliyordu. Sadece 1492’de, 160 bin Musevi İspanya’dan kurtarıldı.
Avrupalılar, Yahudileri dışlamak için çeşitli “iftiralar” ortaya atmışlardır; Anti-semitizm kavramı da bu iftiralar üzerine doğmuştur. “Kan iftirası” bunların başında gelir. Musevilerin, Hamursuz Bayramı ekmeğini pişirmek için Hristiyan çocuklarını kaçırıp, öldürüp kanını kullandığı iftirası, bugün bile Avrupalılar arasında tekrarlanır. Hitler ve Avrupalı ortakları da sık sık bu iftiraya başvurmuşlardı. Hatta 1947’den sonra ölüm kamplarından kurtularak Polonya’ya geri dönmek isteyen Musevilere sözde Nazi olmayan yeni yöneticiler de “Sizin gelenekleriniz halkta tepkiye sebep oluyor” diyerek bu iftirayı öne sürmüşlerdi.
Bütün Yahudileri töhmet altında bırakamayız; ama Netanyahu’nun “Tanrı bize bütün Ameleklileri öldürmeyi emretti” diyerek atıf yaptığı Tevrat ayetleri, tüm dünyada Siyonist olmayan Musevi ve Hristiyanlar dahil hemen herkesin “Soykırımı bunların inancında mı var?” sorusunu sormalarına sebep oldu. Çünkü, bahsi geçen ayetlerde, “Tanrı Musa’ya şöyle buyurdu…” denilerek, bugünün ifadesiyle savaş suçlarına ve insanlığa karşı suçlara teşvik ifadeleri yer alıyordu. “…Bütün erkek çocukları öldürün” emrinden tutun, “Amaleklilere saldırın ve onlara ait her şeyi tamamen yok edin…” ve “…erkekleri, kadınları, çocukları, bebekleri, sığırları, koyunları, develeri ve eşekleri öldürün” ifadelerine kadar.
Bu Tevrat emrini görenlerden Musevilikle ilgili Internet sitelerine “Tevrat Soykırımı teşvik eder mi?” diye soranlar oldu. Chabad.org isimli bir Musevi grubu, “Bu soruya, “Tanrı her zaman değil ama bir kere, o da Amâlika halkını tümüyle yok etmeyi emretmişti!” diye cevap verdi.
Bu Internet çağında Amâlika halkının Arap kökenli olduğunu kolayca öğrenenler, laik olduğu bilinen (hatta ateist olduğu defalarca öne sürülmüş) Netanyahu’nun Tevrat atıflarının sıradan ve aşağılık bir oportünizm değil de bir “dine dönüş” gösterdiğini yazmaya-çizmeye başladılar. Gazze soykırımının gerçek amacının İsrail’i Fırat-Akdeniz arasındaki, Musevilere vaat edilmiş topraklara kavuşturmak olduğu kanısı kolayca reddedilebilir mi? İsrail’in Lübnan’da güneyden başlayıp Beyrut’a doğru ilerlemesi bu genişlemenin ilk aşaması mıdır?
Konuyu irdelemeye devam edelim.